ŞİİR DİNLE
haber
bozkurt
Türk Adı ve Kavramı
Türk milleti tarihin en eski milletlerinden birisidir. Bu milletin adı olan "Türk" sözü ise eski çağlardan bu yana kullanılmaktadır. O dönemlerde atalarımızın "yazılı belge" bırakma geleneği bulunmadığı için. Türkler hakkındaki ilk bilgiler Çın kaynaklarında yer almaktadır. Bu konudaki eski belgeler, Çin hükümdar yıllıklarında bulunmaktadır. Buna göre, belgelere dayanan tarihi kaynaklar ilk Türk devletinin Büyük Hun İmparatorluğu olduğunu göstermektedir. Bu da M.Ö. 209 tarihidir. Büyük Hun Devleti gibi dönemin eşsiz teşkilatlarından birisini hazırlayan bir kültürün, bir medeniyetin olması tabiidir. Bunun yanı sıra, daha önceki çağlarda varlığı bilinen Sakalar veya İskitler'in, Türklerin kurduğu ilk devletlerden biri olduğu yolunda bazı ılım adamlarının görüşleri de mevcuttur. Ancak bunlar hakkında belgelere dayalı bilgi bulunmamaktadır. Türklerin anayurdu olarak Türkistan'ın kuzey bölgelerindeki Altay Dağları ile Orhun Irmağı'nın mecrası ve kıyıları gösterilmektedir. Fakat daha sonra Hazar Gölü ile Çin seddi'nin batısında bulunan çöle kadar yayılan Türkler, bugün tarihçilerin Ortaasya veya Türkistan dedikleri bölgeleri vatan yapmışlardır.Bilinen tarihi seyir sonucunda Türkler bu vatana, Balkanlar, Anadolu, Karadeniz'in kuzeyi. Ortadoğu'nun bir bölümü, Kafkasya ve Sibirya'nın güney bölgelerini de katmışlardır. Türk adı ve kavramı; tertemiz bir saflığın, doğruluğun, iyiliğin, yüksek ahlakın, bilgi ve aklın, bilime ve bilim adamına saygının, gücün, kuvvetin, disiplinin ve bütün bunların tabii bir sonucu olan teşkilatçılığın tarifi olmuştur.Türkeş'in Milliyetçilik Anlayışı:Türkeş, Türk milletinin yeni bir yolun yolcusu ve yeni bir kaderin sahibi olması gerektiğini düşünüyordu. Bu yeni yol, Türkiye'yi bilimde, ahlakta, teknikte ve sanayide yeryüzünün en ileri ülkesi yapmak isteyenlerin yolu olacaktı.Türkeş, tıpkı Orhun Kitabelerindeki gibi, geceyi gündüze katıp emek harcayarak, ter dökerek kendi düşünce eserlerini meydana getirecek ve Türk milletini kökünden koparmadan, bilimde, sanatta kanatlandırıp çağlar üzerinden uçuracak gerçek aydınlara ihtiyaç duyulduğuna işaret ediyordu.Türkeş, bunun için sadist Slav marksizmine veya soğuk Anglo-Sakson kapitalizmine sarılmaya gerek olmadığını, üçüncü bir yola ihtiyaç duyulduğunu belirtti. Ülkede sosyal adaleti ve Türk milletinin toplum olarak büyük bir hızla kalkınmasını sağlayacak yüzde yüz yerli ve milli bir doktrin olması gerektiğini vurguladı. Bu doktrinin ruhunu "Her şey Türk milleti için, Türk'e doğru ve Türk'e göre" prensipleri teşkil etti. İşte Türkeş'in o ünlü "9 Işık Doktrini" bu düşüncelerin ürünüdür.Türkeş Türkiye'de yaşayan ve Türklüğü benimseyen, aynı kültürle yoğrulmuş, aynı dine mensup insan topluluğunun Türk milletini teşkil ettiğine inanır. Bu sınırlar dışında yaşayanlarla birlikte çok büyük ve geniş bir aile olan Türkler'in, temel varlığı ve meselelerin çözüm yeri ve sahibi olarak Türkiye'yi gördüklerine inanır. Bu bakımdan Türkiye'nin birinci planda ele alınması, korunması ve yüceltilmesinin başlıca konuyu teşkil ettiği görüşündedir.Alparslan Türkeş'e göre Türk milliyetçiliğinin temel görüşünü şu şekilde özetlemek mümkündür."Türk milletinden olmak, Türk milletini sevmek ve Türk devletine sadakatle hizmet aşkı taşımak, vatan bağlılık duygusu içinde bulunmak ve Türk milletinin yükselmesi için elinden gelen her fedakarlığı yapmak ve çalışmak duygusu ve şuurudur. Bu duygu ve şuuru taşıyan herkes Türk'tür. Kalbinde yabancı başka bir milletin özlemini, özentisini taşımayan, kendisini Türk hisseden, Türklüğü benimseyen ve Türk milletine, Türk devletine hizmet aşkı taşıyan herkes Türk'tür."Türkeş'in milliyetçilik anlayışının temelinde, Türk milletine karşı beslenen derin sevgi yatmaktadır. Türkeş;"... Bizim milliyetçiliğimiz, Türk milletine karşı duyulan derin ve köklü bir sevgi ve Türk milletinin içinde bulunduğu müşkül durumdan bir an önce en modern, en ilmi metotlarla çıkarılarak en kısa yoldan modern uygarlığın en ön safına geçirilmesini sağlama duygusundan kuvvet alır" der.Türkeş'in ortaya koyduğu Türk milliyetçiliği anlayışında, başka milletlere karşı kin ve nefrete, gareze, öfkeye yer yoktur. .Türk milletine duyulan derin sevgi esastır.Türkeş'in Türk siyasi hayatına kazandırdığı ve kitleleri derinden etkilediği milliyetçilik anlayışının yanına "Türkçülük" kavramını da oturtmak gerekir."Milliyetçiyiz, Türkçüyüz. Neden Türkçüyüz? Çünkü milletimiz Türk milletidir. Türkçülük Türk milletinim hayatının her safhasında yapacağı her şeyin Türk ruhuna, Türk geleneğine uygun olması ve Türk'e yararlı olması amacının, fikrinin ön planda tutulmasıdır."Alparslan Türkeş'teki bu yüksek manevi anlayış, Ülkücülüğü doğurmuştur. Türk muhitini en kısa yoldan, en kısa zamanda modern uygarlığın en üst seviyesine çıkarma, mutlu, müreffeh, bağımsız, hür ve kendi haklarına sahip bir hayata kavuşturma ideali Türkeş'in ülküsünü oluşturur."Bizim ülkücülüğümüz, daima gerçekçi olmayı ve girişilecek faaliyetlerde Türkiye'yi "hiçbir zaman tehlikelere, risklere, maceralara sürüklemeyecek bir yol üzerinde bulunmayı esas kabul eder."Alparslan Türkeş'e göre Türk milletinin "kutlu güç kaynaklarının" başında İslamiyet, milliyetçilik ve Türkçülük gelmektedir. Ayrıca birlik, beraberlik, iç barış ülküsü, cihan devleti kurabilme özellik ve kabiliyeti de Türk milletinin temel özellikleri arasında yer alır.Türkeş, ülküsünü, idealini, sevdasını, aşkını bilim adamları, aydınlar ve gençlerle paylaşmıştır. Özellikle de gençlere hitab ederken Bilge Kağan gibi; "Ey Türk! Titre ve kendine dön" diye kükremiş ve bu dönüş iki bine iki kala en yüksek temposuna ulaşmıştır. Gençleri, aydınlan sevdasına ortak olmaya, yeni ufuklara çağıran Türkeş, Ülküsünü Bilge Kağan'dan, Kür-Şad'ın izinde Anadolu'ya kazımıştır:"Ben Türk milletini:Sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye,Rüşvet, hile ile çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine,Ahlaktan mahrum bir hürriyete,Tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir ekonomiye çağırmıyorum.Türklük gurur ve şuuruna, İslam ahlak ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısaca hak yolu, hakikat yolu, Allah yoluna çağırıyorum. Modern medeniyetin en ön safına geçmek üzere çağlar üzerinden sıçramaya çağırıyorum. Hareketin adını isteyenlere açıkça ilan ediyorum:Yeniden maneviyata dönüş...Türk aydınları, Türk gençliği, buluşma yerimiz Büyük Türkiye'dir."Türkeş, ömrünü Türk milletine adamıştı. O'nun milliyetçilik anlayışı, yüksek ahlâkı, maneviyatı, elbette bu satırlara sığdırılamaz. O bir "Bozkurt" idi. O'nun heyecanını, ülküsünü duyabilmek, yaşayabilmek, O'nu öğrenip anlayabilmek önemlidir."Dün Ergenekon şeddinden geçerken önümüzde bir Bozkurt vardı. Bugün Türklük için en iyiyi, en güzeli her ne pahasına olursa olsun elde etme mücadelesine binlerce Bozkurt olarak yürümekteyiz, yarın ise hür ve mesut ufuklara doğru milyonlarca Bozkurt olarak koşacağız."Türkeş'in Siyasi Hayatından KesitlerBugün 60'lı yaşların üstünde olanlar, yani babalarımız, savaş, açlık, kıtlık, karne dönemlerini görmüşlerdir. Bu kuşak, zor yılların da etkisiyle, yalnızca yaşayabilmeyi, hayatta kalabilmeyi, daha açık söyleyişle midelerini düşünmüşlerdir. Bundan dolayı kendileri hiçbir zaman suçlanamaz.Türkeş, Türk milletinin bir siyasi parti etrafında toplanması gerektiğine inanıyordu. Sürgün dönüşü ayaklan havaalanında vatan topraklarına değer değmez bu düşüncesini hayata geçirmek için çalışmalara başladı. Türk gençliğine Türk milliyetçiliği konularında bir öğretmen gibi dersler verdi. Gece gündüz çalıştı. Yorulmadı, yılmadı, yüksünmedi. Çalıştı, çalıştı, çalıştı... İhanetlere uğradı, terk edildi, yalnız bırakıldı. En yakınlarından Türk milleti uğruna şehit verdi. Ama o çelikleşmiş iradesiyle, engin fikirleriyle her zaman çalıştı. Yılmadı...Türk milletinin yeni bir ruhla silkinmiş evlatlara ihtiyacı vardı. Türkiye, 1960'ların özellikle ikinci yarısından başlayarak, 70'li yılların ortasına kadar unutturulmuş olan "Türk" kimliğiyle yeniden tanıştı. Türk milletinin kalkınmış Ülkeler seviyesine çıkabilmesi için milli kimliğin hakim kılınması ve yetişen gençlerin Türk olduğunun idrakinde olması gerekiyordu. Türkeş'in Türk milletine ve Türk gençliğine hatırlattığı vasılların başında "Türk milliyetçiliği" gelmektedir."Bizim Türk milliyetçileri olarak davamız, Türk milletinin varlığını yüceltmek ve ebediyyen devam ettirmek davasıdır. Bu fikrin, bu davanın üstünde başka hiçbir fikir, başka bir dava yer alamaz."Türkeş, "Türk" milletine mensup olduğunun şuuruna varan gençlere 1970'li yılların ikinci yarısından itibaren dinlerini hatırlatmıştır, "İslam ahlâk ve fazileti" olarak tarif ettiği İslam dininin bütün gençlerin yüreklerinde duymasını sağlamıştır. Şüphesiz Türkeş, Balıkesir yöresi Türkmen aşiretlerinden Çipniler'in MHP'ye ilhakı dolayısıyla yaptığı bir konuşmasında, Alevi vatandaşların da MHP'ye katılması gerektiğini ve Türk-İslam ülküsünü hayata geçirmek isteyen tek partinin MHP olduğunu söylemişti. Türkeş bu konuşmasını, "Yolumuz Allah yoludur" diyerek bitirmiş ve Alevi-Sünni ayırımının Türk mille! ine yapılabilecek en büyük kötülük olduğunu belirtmişti. Bu açıklamadan sonra Alevi vatandaşlarımız kitleler halinde MHP'ye iltihak etmişti.Gerçekten de o yıllarda Türkiye sağcı-solcu, Alevi-Sünni, ilerici-gerici olarak bölünmeye parçalanmaya çalışılıyordu. Komünistler bazen Atatürkçülük maskesi ardına sığınarak, bazen de halkların, işçilerin, emekçilerin ezildiğini öne sürerek bunları kendilerine kılıf yapmak suretiyle, Türk milletine yönelik saldırıları hep cepheden sürdürüyorlardı.Türkeş ise o dönemde ortaya çıkarak, "Biz ne sağcıyız ne solcu, Türk milliyetçisiyiz. Ancak, halkın anladığı manada sağcı olabiliriz. Türk mîlletini ve vatanını kamplara bölmeyin. Sesimize kulak verin. Bu kavga sağ-sol kavgası değildir, bir dış saldırıdır. Demokratik rejime yönelmiştir. Ülkeyi yıkmak istiyorlar" demişti.Ancak o kara dönemde bazı çevreler bu sese kulak asmıyorlardı. Hem içeriden hem de dışarıdan pek çok işbirlikçi, Türkeş aleyhine kampanyalar, yürütüyorlardı. Faşist dediler, Irkçı dediler. Kafatasçı dediler. Fakat o bunların hiçbirisinden yılmadı. Çünkü söylenenlerin hiçbirisi değildi. O Türk milletinin "Başbuğu" idi.Yerli ve yabancı ihanet şebekelerinin ve gafillerin uzantıları Türkeş'i yıkmak, Türkeş'i karalamak, Türkeş'i yok etmek için türlü oyunlara başvurdular. O bunların hepsini zamanında öğrendi. Gereken tedbirleri aldı.Çünkü Türkeş, Türk milletine güveniyordu.Türkeş gür sesiyle millete yaptığı çağrıyı sürekli tekrarlıyordu: "Bizleri milliyetçi Türkiye'ye götürecek ana ilkeler, temel hedefler Dokuz Işık Doktrini'nde gösterilmiştir. İdeolojimiz, çağın en dinamik ideolojisi, Türk milliyetçiliğidir. Dokuz Işık Doktrini ve Türk milliyetçiliği ideolojisini sizlere takdim ediyorum. Bunları sonuna kadar savunacak, Türkiye'nin en ücra köşesine kadar yayacaksınız."12 Eylül harekatıyla Türk milliyetçilerinin kervanı basıldı. Kervan yağmalandı. Çünkü Türkeş iktidara yürüyordu. C-5 tezgahından pek çok ülkücü geldi geçti. Kışın zemherisinde çırılçıplak soyularak gecenin karanlığında kilometrelerce yürütülen Ülkücüler vardı. Elektriğin tuzlu acısını hücrelerinin her zerresinde hisseden Ülkücüler vardı.Türk milleti için çekilen acılara, sıkıntılara, ayrılıklara, gözyaşına rağmen, Türkeş yılmamıştır. Tutsaklık günlerinden sonraki bir görüşmede, şöyle diyordu:"Dünyanın her yerinde Türkler yaşamaktadır. Dünyanın dört bir yanına dağılan, dal budak salan Türkler'i, önce bulundukları yerlerde teşkilatlandırmak gerekir. Ardından bu teşkilatlar yılın belli gününde bir araya gelip "Dünya Türkleri Kurultayı" tertiplenmelidir. Bunu Yahudiler, Ermeniler, Çinliler, Yunanlar ve daha pek çok millet yapıyor. Türkler'in büyük bölümü ise esirdir..."Türkeş, basılan kervanı, yabalanan kıymetleri yeniden toplarlamak için gece gündüz çalıştı. Yok olan teşkilatı yeniden toparladı. Türkmen atasözünü ne güzel söylemiş: "Göç yolda dizilir...""Emanet olunan davayı kucakladım. Hiç arkama bakmadan, tereddütsüz, hiçbir şeye aldırmadan yürüyorum. İleriye doğru yürüyoruz. Hızlanıp koşmak gayreti içindeyiz.. Koşacağız. İleriye gittikçe geride kalmayıp, beni takip edin. Bu mücadelede her hangi bir sebeple ben düşersem bayrağı kapın, daha ileriye gidin."1991 yılında yapılan seçimlerde Türkiye yeni baştan nefes aldı.Ancak Türkiye'nin bütünlüğü tehlikedeydi. Milletin birlik ve beraberliğine kasteden hain çeteler yine sahnedeydi. Vatandaşlarımız-her gün ölüyordu. Askerimiz, polisimiz şehit ediliyordu. Ülkede Türk-Kürt ayrımı yapılıyordu. Alevi-Sünni çatışması körükleniyordu. Türkiye; güzelim vatanımız, birkaç cepheden kamplara ayrılmak isteniyordu. Anaların gözyaşı dinmiyordu. İki aylık kundaktaki bebelerin üstüne şarjörler boşaltılıyordu. Oyun aynıydı: "Parçala-birbirine vurdur-kırdır..." Dün oynananlar aynıydı. Oyuncular da aynıydı. Türk milletine ve Türkiye'ye melanetlerini kusanlar, bugün de aynı.Geçmişte bunların sebebi olarak gösterilen MHP ne yapıyordu? Türkeş'in yıllar önce ortaya koyduğu gerçekler, artık devlet politikası haline gelmişti. Türkeş'i zindanlara koyanlar, O'nun görüşlerini, reçetelerini uyguluyorlardı.Türkeş'e karşı en haksız, en ağır ithamlarda bulunanlar, Türkeş'ten bir özür bile dilemediler. Türkeş ise, böyle bir şartı elinin tersiyle itiyordu.Türkeş bunlara ne dedi:"Türkiye'nin dışında Türkler var. Türkiye kardeşlerinin hürriyet ve müstakilliğini kazanabilmesi için her yola başvurmalıdır.",Anadolu'da yaşayan Türkler varlık mücadelesini verirken, bütün Türk Dünyası'nın varolma savaşım sürdürürken, ayıplanan, suçlu görülen, ırkçı denilen, Turancı(!) diye horlanan Türkeş, herkesin Türk cumhuriyetleri ile kucaklaşmasını, hatta bunun yeterli olmadığını söyleyerek hükümetlere yüklenilmesini, sitem edilmesini sevinçle karşıladı. Bunun yanısıra hiçbir zaman gurura kapılmadı. Çünkü O Başbuğu idi, Türk milletinin Başbuğu...Türk töresine göre, babanın sağlığında evladın malı olmaz. Evlatlar, babanın sağlığında hiçbir hak iddia edemezler. Ancak ölüm hak, miras helaldir. Ata ise, evlat için can kadar azizdir, kutsaldır. Çünkü insanın babasını seçme hakkı bulunmadığı gibi, yeni bir ata elde etmesi de mümkün değildir. Bu durumda evlada düşen, babasının dizi dibinde oturup, onun ağzından çıkacak her sözü emir belleyip harfiyyen yerine getirmektir. Tabii bu söylediklerimiz, Oğuz töresini içine sindirenler içindir. Türklerde töreler her şeyden üstündür.Töreleri aziz bilenler, Türkeş'in dizinin dibinden ayrılmadılar. Çünkü O'na inanmışlardı. Türkeş'e güvenmişlerdi.Türkeş, devlet adamlığının gereklerini yerine getirerek Türk milletinin dertlerine çareler üretmeye devam ediyordu. Kamuoyundan büyük bir destek sağlamıştı. Yapılan yoklamalarda en önde çıkan Türkeş'ti. Türkeş, işi sıkı tutuyordu. Her fırsatta kervanı basmak isteyen uğrulara karşı daima uyanık, ihtiyatlı, tedbirli ve zinde olmuştur, Türk milletine yaptığı çağrılarda, Hacı Bektaş Veli'nin buyurduğu gibi "Gelin canlar bir olalım" diyordu. Ancak çaşıtlan, uğruları, iblisleri, kırmızı sakalları çok iyi tanıyordu. "Gel kim olursan ol gel. Tövbeni yüz bin kere bozmuş olsan da yine gel" demiyor muydu Mevlana? Türkeş Halil İbrahim sofrasıydı. Gelenler kim olursa olsun, ancak kısmeti kadar alabilirlerdi bu Yesevi Ocağı'ndan.Türkeş'in ocağında hafız kadar duru berrak zihinler, dimağlar, Yusuf yüzlüler vardı. Çetin günlerde her türlü zorluğu gül bahçeli otağlara çevirmişlerdi. Bunu başaran isimsiz kahramanlardı. Gel, kim olursan ol yine gel: "Yel kayadan ne alır?"Türkeş, tutsaklık günlerinin sonunda söylediği hayaline nihayet kavuşmuştu. Bir 21 Mart gününde, Bozkurtlar Ergenekon'dan yine çıkmışlardı. Bu Nevruz gününde, başta yine o vardı. Hem de en başta yürüyordu. Antalya'da bir araya gelen Türk Dünyası'nın aksakalları, liderleri, aydınları, okumuşları, ozanları, yöneticileri... hepsi hepsi oradaydılar. Onlar Başbuğlarını selamlamaya gelmişlerdi: "Selam sana Başbuğum." Nevruz gününde, Ulıstın Ulu Kününde, o aziz günde, Adriyatik'ten Çin Seddi'ne, Sibirya'dan Hint ülkesine, mağrıbtan maşrıka kadar bütün Türk Dünyası'nın elçileri, Başbuğ'u selamlamaya koşmuşlardı. Yere diz vurup baş eğdiler. "Selam sana Başbuğum..."Başbuğ bir bilge kişiydi. Başbuğ bir erdemli kişi idi. Başbuğ bir koca kişi idi. Başbuğ bir aksakal idi. Başbuğ bir dünya lideri idi. Başbuğ bir kor ateş idi. Başbuğ bir yumuşak ipek idi. Başbuğ bir yürek idi. Başbuğ Bozkurtlarını kucaklayan bir çift kol idi..."Değerli dava arkadaşlarım. Türkiye'nin bugün her dönemden daha çok birliğe ve beraberliğe ihtiyacı vardır. Ayrılık tohumları ekenlere karşı, hassas olalım. Birlik, beraberlik, sabır, hoşgörü, sevgi ve kardeşlikten yana olalım. Kutsal davamızı ileri götürmek için canla başla çalışalım. Allah yardımcımız olsun."Başbuğ böyle diyor, emrediyor. Bozkurtlar, dün olduğu gibi, bugün de yarın da Türkeş'in arzularını emir kabul edip, açtığı yoldan, onun önderliğinde kutlu yarınlara adım adım ilerleyeceklerdir. Çünkü Ülkücüler söz vermişlerdir. Ülkücüler sözünün eridir. Türkeş'in diktiği Kızılelma tuğunu kapıp yükseklere, daha yücelere taşımak için yarış içerisindedirler.Başbuğ, Etlik Kasalar'daki bir mitingde, Bozkurtlar'ın azim ve iradesi, milletin kararlılığı ile komünizmin çöktüğünü anlatıyordu. Kızılelmayı ise Saraybosna'ya, Kafkaslar'a, Tanrı Dağları'na, Ötüken'e diktiğini söylüyordu. Türkeş, Türk milletinin önündeki en önemli zorluğun, "cahillik" olduğunu vurgulayarak, buna karşı savaş açtığını ilan ediyordu: "Bilge kişiye bilgili Bozkurt gerektir." Türkeş, diyordu
TÜRK BAYRAĞI NASIL OLUŞTU
Türklerin
ilk kullandıkları bayrağın rengi ve sekli hakkında kesin bir malumat yoktur. Ancak Orta Asya tarihi hakkındaki bilgilere dayanarak İslamiyet’ten önceki Türklerde Tuğ adı verilen bayrak veya sembollerin kullanıldığı bir gerçektir. Siyahtan kırmızıya kadar; mavi, sarı, yeşil, beyaz gibi çeşitli renklerde semboller kullanmış olan eski Türkler, bir mızrağın ucuna bağladıkları, umumiyetle ipekten yapılmış bu alametlere batrak, badruk, bayrak gibi isimler verdiler. Dokuzuncu asırdan itibaren kitleler halinde Müslümanlığı kabul eden Türkler de çeşitli bayraklar kullandılar. Bu bayraktaki en büyük özellik, İslami motif ve unsurların ön plana geçmesiyle birlikte, milli motif ve sembollere de yer verilmesi idi. İlk Müslüman Türk devletlerinden olan Gazneliler’in bayraklarında, yeşil zemin üzerinde beyaz hilal ve kuş resimleri vardı. Karahanlılar’ın bayraklarında al renk üzerinde dokuz tuğ resmi bulunuyordu. Diğer Müslüman Türk devletleri de çeşitli renk ve şekilde bayraklar kullandılar. Büyük Selçuklu Devleti'nin ilk yıllarında mavi zemin üstüne beyaz çift kartal sembolü ve siyah çizgili gerilmiş yay ve ok resimleri varken, daha sonra siyah renkli bayrak kullandılar. Bu bayrak Anadolu Selçukluları tarafından da benimsenmişti. Selçuklularda hanedan rengi olarak kabul edilen al renkli bayraklar da vardı. Haçlı seferlerine göğüs geren Selahaddîn-I Eyyübi'nin bayrağı sarı renkli olup, üzerinde hilal bulunuyordu. Bu şekil hem bu devletin bayrağı, hem de Avrupalılar tarafından İslamiyet’in sembolü olarak kabul edilmiştir.Osmanlılar zamanında da çeşitli renk ve şekillerde bayraklar kullanıldı. Osmanlılarda bayrak; padişahı, dolayısıyla devleti temsil ederdi. Zira padişah, devleti temsil etmekteydi. Padişah bayrak ve sancaklarını, Emir-i Âlem denilen pasa ile bunun maiyetindeki saltanat sancaklarıyla mehterhane takımını ihtiva eden bölükler taşırdı. Ayrıca her ocağın, her birliğin hatta her ortanın (taburun) ayrı sancağı vardı. Sancaklar da çeşitli renklerde kullanılmıştır. Yeşil ve kırmızı renklerin hakim olduğu bayrak ve sancaklarda, Osmanoğullarının hanedan rengi kırmızı daha doğrusu al idi. Al renk, doğrudan doğruya Osmanoğullarını işaret ederdi. Sultanlar yani padişah kızları bile beyaz renkte değil al renkte gelinlik giyerlerdi. Padişahın yorganı, çarşafı, yastığı al renkteydi. Al renk esasında Selçuklularda da hanedan rengi olarak kabul ediliyordu. Osmanoğulları, Selçukoğullarının meşru varisleri olarak bu rengi devralmışlardır. Bu husus al renge tamamen bir milli karakter vermiştir ki, bugün de devam etmektedir. Selçuklularda bu rengi selefleri olan Karahanlılardan almışlardı. Kırmızıyı süsleyen ayin menşei ise destanlar dönemine kadar dayanır. Yıldız ise daha sonraki devirlerde konulmuştur.Osmanlıların ilk bayrağı, Anadolu Selçuklu hükümdarı Gıyaseddin Mes'üd tarafından Osman Bey'e gönderilen hediyeler arasındaki beyaz renkli bayrak idi. On dördüncü asırdan itibaren çeşitli renk ve şekilde bayraklar kullanıldı. Kamüs-ül-a'lam'da bildirildiğine göre, Osmanlı sancağının rengini ve (bugünkü ayyildızlı Türk bayrağının) seklini tayin eden, sultan birinci Murad ve Yıldırım Bayezîd devirlerinde yaşayan Tîmürtas Paşa’dır. Bu asırda Osmanlı donanmasında ve azap kıtalarında kırmızı; yeniçeri kıt'alarında beyaz bayraklar kullanıldığı, Fatih Sultan Mehmet'in muasırı olan tarihçi Türsün Bey'in ifadelerinden anlaşılmaktadır. On beşinci asırda Osmanlıların kırmızı bayraklar kullandıkları, Asıkpasazade'nin Alaşehir’de dokunan bir nevi al kumaştan bayrak ve hil'at yapıldığı hakkındaki kaydında yer almaktadır. Muhtelif kaynakların incelenmesinden anlaşıldığına göre, Osmanlılar kuruluştan İtibaren diğer İslam ve Türk devletlerinde olduğu gibi, çeşitli bayraklar kullandılar. On beşinci asırda padişaha ait sancaklardan başka çeşitli askeri birliklere ve büyük devlet adamlarına, beylerbeyi, sancakbeyi, donanma kumandanı ve reisleriyle azap ocaklarına ve ticaret gemilerine mahsus türlü renklerde bayrak ve sancaklar vardı. Bu bayrakların ve sancakların üzerinde muhtelif sekil ve yazılar bulunurdu. Yeniçeri ocağının muhtelif ortalarının (tabur) kendileri ne mahsus nişanları vardı. Kışlaların kapılarına asılan ortaların bayraklarına bu alametler nakşedilirdi. Bu asırda yeniçerilere ak, sipahilere kırmızı, silahdar bölüğüne san, orta ve aşağı bölüklere alaca renkli olarak verilen bayraklar bu birliklere verilen sancak mahiyetinde idi. Çünkü Osman Gazi'den İtibaren Kanuni Devri de dahil olmak üzere padişahlara mahsus olan bayrak beyaz renkli idi. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran ve Mısır seferlerinde, otağının önüne hakimiyet alameti olan beyaz ve kırmızı renkli bayraklar dikilmişti. Ayrıca Yavuz Sultan Selim zamanında, bugün Topkapı Sarayı mukaddes emanetler dairesinde bulunan, Peygamber Efendimize ait olan Sancak-ı Şerif Osmanlılara geçti. Asırlardır muhafaza edilen Sancak-i Şerif kılıf içinde bulundurulur, asla açılmazdı. Sefer-i hümayunlarda padişahlar beraberlerinde götürürlerdi. Halifelik alametlerinden biri olan Sancak-ı Şerif, devleti son derece tehdit eden hallerde ve isyanlarda padişahîn emriyle çıkarılır, millet, asilere karşı Sancak-ı Şerif’in altında toplanmaya çağrılırdı. Bu suretle millet birlik içinde hareket ederek isyanı bastırırdı.Yavuz Sultan Selim zamanında Çaldıran seferinde ilk defa olarak kullanılan yeşil renkli bayrak, bu devirden sonra da hemen her zaman sık sık kullanılmıştır. Osmanlılar; hilafete de sahip olduklarını göstermek için kullandıkları yeşil renkli sancak, Barbaros Hayreddîn Pasa ve Utul Ali Reis'in donanmalarında da kullanıldı Sultan I. Mahmut devrinde donanma bayrağı olarak kabul edildi.Kanuni Sultan Süleyman devrinde de beyaz, alaca, kırmızı ve san bayraklara siyah ve yeşil renkliler ilave edildi. Doğrudan doğruya padişahın hassa kuvvetini teşkil eden kapıkulu ocaklarının taşıdıkları bayraklar, umumiyetle saltanat sancakları sayılırdı. Macaristan seferine çıkan ve orduya kumandan tayin edilen Sadrazam İbrahim Paşa’ya; beyaz, yeşil ve sarı renkte üç sancakla iki kırmızı, iki de alaca bayrak verilmesi bu hususu ispat etmektedir. Topraklı süvarinin yukarısı yeşil, aşağısı kırmızı renkte olmak üzere iki renkli bayrağı vardı.Osmanlı ordusunda olduğu gibi, donanmasında da türlü renk ve şekillerde bayraklar kullanıldı. On besinci asırda genellikle kırmızı renkli bayraklar kullanıldığı halde on altıncı asırda kumandana mahsus bayrağın yeşil, derya beylerinin ise beyaz, kırmızı, sarı, sarı kırmızı, ufki çizgili alaca bayraklar kullandıkları görülmektedir. Bu asırda ticaret gemilerinin beyaz bayraklar taşıdıkları da bazı kaynaklardan anlaşılmaktadır. Daha sonraki asırlarda da kaptan paşalara mahsus olan bayrak yeşil idi. Gemi sancaklarında en ziyade kırmızı renk kullanılmakla beraber, yeşil bayraklar da kullanılmıştır. Bunların kimlere ait olduğu üzerlerindeki şekillerden anlaşılırdı. Sultan I. Mahmut devrinden sonra donanmada daha çok yeşil sancaklar kullanılmaya başlandı.Kalyonların kıç sancakları yeşil olduğu gibi, amirallere mahsus forslar da yeşil zemin üzerinde Zülfikar ve hilal şekillerini ihtiva ederdi. Sultan III. Selim zamanında ordu ve donanmada yapılan yeni düzenlemeler esnasında bayraklar üzerindeki hilal şekline, sekiz köseli yıldız ilave edildi. Bayrak meselesinin belirli esaslara bağlandığı bu devirde, büyük gemilerin muhtelif direklerine çekilecek bayraklar tespit edildi. Padişaha mahsus gemiye (taht gemisi) çekilecek kırmızı sancağın üstünde Sultan III. Selim’in tuğrası vardı. Ticaret gemilerinin taşıdığı bayrakların renk ve şekillerinin tespit edildiği bu dönemde, Cezayir Beylerbeyi’nin, üst köşesinde beyaz renkte sarıklı bir insan başı bulunan kırmızı bayrağı vardı. Bu dönemde kumandan forsları yeşil olup, beylerbeyliğe ait ticaret gemilerinin bayrağı; yeşil, beyaz, kırmızı üç ufki parçadan meydana gelmişti. Tunus ve Cezayir ticaret gemileri ortası yeşil olmak üzere iki mavi, iki kırmızı, beş ufki parçadan meydana gelen bayraklar taşıyordu, Trablus Beylerbeyi ile İstanbul limanına mahsus sancak, üç hilalli olup yeşildi. Sultan III. Selim devrinde kurulan Nizam-i Cedîd Ordusu kıta’ları için ortasına sarı sırma ile bir hilal yahut ortadaki hilalden başka dört kösesine de hilaller islenmiş kırmızı veya fes rengi bayraklar kullanıldı.Sultan II. Mahmut zamanında da bayrak şekilleri hemen hemen aynı devam etti. Ancak bu devirde kalelere ve hükümet binalarına ayyıldızlı al sancak çekildiği görülmektedir. Yeniçeri ocağının kaldırılması üzerine bunlara ait hususi bayrakların kullanılmasına son verildi. Yeniçeriler arasında çok yayılmış olan yeniçeriliği ve Bektaşiliği hatırlatan bir takım kelimelerle birlikte bayrak kelimesinin kullanılması da yasak edildi. Bunun yerine sancak kelimesinin kullanılması için her tarafa emirler verildi.Yeniçerilerin son zamanlarında genellikle kırmızı renkte, üzerinde beyaz bir pençe, bir Zülfikar ve bir daire sekli bulunan çatal uçlu bayraktar kullanıldı.Sultan II. Mahmut tarafından kurulan Asakır-i Mansüre-i Muhammediyye'ye mahsus olarak üzerinde kelime-i şahadet veya fetih ayetleri bulunan siyah bayraklar yapıldı. Siyah rengin tercihi Peygamber Efendimizin Ukab adli meşhur siyah sancağının rengini taklit etmek maksadıyladır.İkinci meşrutiyetin ilanına kadar orduda üzerinde ayetler yazılı ve hükümdarların ortası tuğralı armalarını taşıyan sırma saçaklı çeşitli alay sancaktan kullanıldı ve ondan sonra da bu adet devam etti. Bu sancakların rengi umumiyetle kırmızı idi.Kırmızı zemin üzerine hilal ve yıldız bulunan bayrak, Osmanlılarda İlk defa 1793'de devletin resmi bayrağı olarak kabul edildi. Ancak bu bayraktaki yıldız, sekiz köseli idi. Bu bayrak Osmanlı Devleti'nin resmi ve umumi sembolü olarak kullanıldı. Sultan I. Abdülmecit zamanında 1842'de yıldızın beş köseli olması kararlaştırıldı ve Osmanlı bayrağının şekli kesinleşti. Bu devirde padişaha ait tuğralı sancaktan başka hükümdarın gemileri ziyaretinde kullanılan, ortasında güneş ve dört kösesinde de şualar bulunan bir sancak daha vardı. Kaptan paşaya mahsus sancakta; bir hilal ile sekiz köseli yıldız mevcuttu. Osmanlı hâkimiyetinde bulunan, Tunus, Eflak, Boğdan beyleri ile Sırp prensliğinin özet bayraklarında; Osmanlı bayrağının kırmızı rengiyle birlikte mavi, beyaz, san gibi mahalli renkler de kullanılırdı. Tunus beyinin sancağının, ortasında kırmızı zemin üzerindeki bir beyaz daire içinde kırmızı hilal ve yıldız sekli mevcuttu. Sırp, Eflak ve Boğdan beylerbeyleriyle Sisam adasına ait hususi bayrakların üst köselerinde, Osmanlı hâkimiyetinin sembolü olmak üzere, kırmızı zemin üzerinde beyaz üç yıldız bulunan sarı, Eflak bayrağı İle mavi Boğdan bayrağında, birincisinde çifte kartal, ikincisinde de bir öküz başı mevcuttu.Sultan Abdülaziz zamanından başlayarak, padişahlara mahsus kırmızı renkli bayrakların ortasındaki tuğraların beyaz renkte sekiz suali bir güneş içinde alınması adet oldu. Sonradan bu bayrağın rengi vişneçürüğü olarak değiştirildi ve saltanat sancağı kabul edilen bu bayrak, saltanatın kaldırılmasına kadar devam etti.Sultan II. Abdülhamit zamanında Cuma namazı münasebetiyle yapılan selamlık resminde hilafete mahsus bir bayrak kullanılırdı. Bu, kırmızı atlas zemin üzerine etrafı beyaz ile işlenmiş dört köşe bir çerçeve içinde; bir tarafında Fetih süresi, diğer tarafta ise güneş resmi bulunan sırma saçaklı ve ucu hilalli bir sancaklı.1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından saltanatın kaldırılması üzerine halifeye mahsus olarak, yeşil zemin ortasında sekiz suali beyaz bir güneş içindeki kırmızı zeminde beyaz ay yıldızı ihtiva eden bir sancak kabul edildi ve saltanata mahsus bayrak kaldırıldı. Lakin daha önceki milli bayrak muhafaza edildi. Cumhuriyet idaresinin kurulmasından ve halifeliğin kaldırılmasından sonra 25 Teşrin-i Evvel 1925'de bir sancak talimatnamesi çıkarılarak, harp ve ticaret gemileri hakkında muayyen esaslar kabul olundu. 29 Mayıs 1936 tarih ve 2994 sayılı Kanunla Türk Bayrağı’nın şekli ve ölçüleri kesin bir şekilde tespit edildi. 28 Temmuz 1937 tarih ve 2/7175 sayılı Kararnameye ilişik 45 maddelik bir tüzük ( Türk Bayrağı Nizamnamesi ) ile de Türk Bayrağı'nın kullanılışı kural altına alındı.
Gelgelelim efsanevi kan birikintisindeki ay yıldız silüetine.Bilinen efsaneye göre, 1. Kosova Savaşı sonrasında Türk askerlerin kanının bir çukurda toplanması sonucunda, Ay ve Yıldız'ın yan yana gelmesi ile oluştuğu söylenmektedir. Yapılan tüm varsayımlar arasında, 1. Kosova Savaşı'nın sebep olması en büyük imkanlardan biridir, lakin bu savaş tarihinin akşamında gökyüzünde Jüpiter ve Ay yan yana nadir anlarından birini yaşamıştır. Bu savaş sonunda ele geçirilen bir Sırp askeri, dönemin padişahı Murat Hüdavendigar'a Sırp savaş planlarını vereceği taahhütü ile yaklaşmış; hançeri ile Osmanlı İmparatorluğu galibiyeti ile sonuçlanan savaş sonrasında şehit edilmiştir. Yerine büyük oğlu Yıldırım Beyazıt geçmiştir.1. Kosova Savaşı sırasındaki, Kosova'da gökyüzündeki görüntüye ulaşmak için örnek resimlerde Stellarium isimli ücretsiz planetarium programı kullanılmıştır. Planetarium programımızı 1. Kosova Savaşı tarihine (28 Temmuz 1389), ve Kosova koordinatlarına (Lat: 43.41 , Long: 25.65) alırsak ; gökyüzündeki Ay ve Yıldız'ın aslında Ay ve Jüpiter olduğu ortaya çıkar.1. Kosova Savaşı sırasında Kosova'dan gökyüzü görünümü - Gece saatleri14. yüzyılda, Astronomi konusunda dünyaca ilerleyememiş olmamız; halen dünyanın yuvarlak olamaması gibi vahim sorunlar yüzünden, kan çukurunda gözüken yıldıza benzeyen parıltı da doğal olarak yıldıza benzetilmiştir. Jüpiter her ne kadar eski zamanlardan beri bilinmesine rağmen, ilk olarak 1610 yılında Galilei tarafından Jüpiter'e ait 4 Ay keşfedilmiştir. Jüpiter'in gözükebilen 4 ay'ının da etrafında kısmen parlaması (basit bir teleskopla gözükebilir, ancak çıplak gözle en iyi ihtimal Jüpiter'e yakın bir parıltı gözükür); büyük bir ihtimal Jupiter'i köşeli bir yıldıza benzetilmesini sağlamıştır. Lakin, Güneş'in herhangi bir gezegen üzerindeki yansımasının Dünya'daki insanlar tarafından parlak bir yıldıza benzetilerek de izlenebilir. Uranüs gezegeni de, bu süre içerisinde Jüpiter'e olan yakınlığı (her ne kadar çıplak gözle gözükmesi çok zor olsa da, küçük bir parıltı olarak gözükebilir); Jupiter etrafında farkedilebilir 5 köşe gözükmesine sebebiyet verir.1. Kosova Savaşı sırasında Kosova'dan gökyüzü görünümü - Geceyarısı saatleriEğer ki bu yansımayı, olası bir kan çukuru üzerinde düşünürsek de; bize Türk Bayrağı'nın şu anki hali gözükür. Bunun için gece yarısı saatlerindeki gökyüzü görüntüsünü, dikey ve yatay olarak tersine çevirirsek (Ayı arkanıza alarak kan çukuru üzerindeki yansımayı izlemek isterseniz) karşımıza aşağıdaki resimdeki gibi bir görüntü çıkar, ve Türk Bayrağı ile arasında müthiş bir benzerlik vardır
http://www.bozkurtmhp.com/forum/index.php?showtopic=13003
ilk kullandıkları bayrağın rengi ve sekli hakkında kesin bir malumat yoktur. Ancak Orta Asya tarihi hakkındaki bilgilere dayanarak İslamiyet’ten önceki Türklerde Tuğ adı verilen bayrak veya sembollerin kullanıldığı bir gerçektir. Siyahtan kırmızıya kadar; mavi, sarı, yeşil, beyaz gibi çeşitli renklerde semboller kullanmış olan eski Türkler, bir mızrağın ucuna bağladıkları, umumiyetle ipekten yapılmış bu alametlere batrak, badruk, bayrak gibi isimler verdiler. Dokuzuncu asırdan itibaren kitleler halinde Müslümanlığı kabul eden Türkler de çeşitli bayraklar kullandılar. Bu bayraktaki en büyük özellik, İslami motif ve unsurların ön plana geçmesiyle birlikte, milli motif ve sembollere de yer verilmesi idi. İlk Müslüman Türk devletlerinden olan Gazneliler’in bayraklarında, yeşil zemin üzerinde beyaz hilal ve kuş resimleri vardı. Karahanlılar’ın bayraklarında al renk üzerinde dokuz tuğ resmi bulunuyordu. Diğer Müslüman Türk devletleri de çeşitli renk ve şekilde bayraklar kullandılar. Büyük Selçuklu Devleti'nin ilk yıllarında mavi zemin üstüne beyaz çift kartal sembolü ve siyah çizgili gerilmiş yay ve ok resimleri varken, daha sonra siyah renkli bayrak kullandılar. Bu bayrak Anadolu Selçukluları tarafından da benimsenmişti. Selçuklularda hanedan rengi olarak kabul edilen al renkli bayraklar da vardı. Haçlı seferlerine göğüs geren Selahaddîn-I Eyyübi'nin bayrağı sarı renkli olup, üzerinde hilal bulunuyordu. Bu şekil hem bu devletin bayrağı, hem de Avrupalılar tarafından İslamiyet’in sembolü olarak kabul edilmiştir.Osmanlılar zamanında da çeşitli renk ve şekillerde bayraklar kullanıldı. Osmanlılarda bayrak; padişahı, dolayısıyla devleti temsil ederdi. Zira padişah, devleti temsil etmekteydi. Padişah bayrak ve sancaklarını, Emir-i Âlem denilen pasa ile bunun maiyetindeki saltanat sancaklarıyla mehterhane takımını ihtiva eden bölükler taşırdı. Ayrıca her ocağın, her birliğin hatta her ortanın (taburun) ayrı sancağı vardı. Sancaklar da çeşitli renklerde kullanılmıştır. Yeşil ve kırmızı renklerin hakim olduğu bayrak ve sancaklarda, Osmanoğullarının hanedan rengi kırmızı daha doğrusu al idi. Al renk, doğrudan doğruya Osmanoğullarını işaret ederdi. Sultanlar yani padişah kızları bile beyaz renkte değil al renkte gelinlik giyerlerdi. Padişahın yorganı, çarşafı, yastığı al renkteydi. Al renk esasında Selçuklularda da hanedan rengi olarak kabul ediliyordu. Osmanoğulları, Selçukoğullarının meşru varisleri olarak bu rengi devralmışlardır. Bu husus al renge tamamen bir milli karakter vermiştir ki, bugün de devam etmektedir. Selçuklularda bu rengi selefleri olan Karahanlılardan almışlardı. Kırmızıyı süsleyen ayin menşei ise destanlar dönemine kadar dayanır. Yıldız ise daha sonraki devirlerde konulmuştur.Osmanlıların ilk bayrağı, Anadolu Selçuklu hükümdarı Gıyaseddin Mes'üd tarafından Osman Bey'e gönderilen hediyeler arasındaki beyaz renkli bayrak idi. On dördüncü asırdan itibaren çeşitli renk ve şekilde bayraklar kullanıldı. Kamüs-ül-a'lam'da bildirildiğine göre, Osmanlı sancağının rengini ve (bugünkü ayyildızlı Türk bayrağının) seklini tayin eden, sultan birinci Murad ve Yıldırım Bayezîd devirlerinde yaşayan Tîmürtas Paşa’dır. Bu asırda Osmanlı donanmasında ve azap kıtalarında kırmızı; yeniçeri kıt'alarında beyaz bayraklar kullanıldığı, Fatih Sultan Mehmet'in muasırı olan tarihçi Türsün Bey'in ifadelerinden anlaşılmaktadır. On beşinci asırda Osmanlıların kırmızı bayraklar kullandıkları, Asıkpasazade'nin Alaşehir’de dokunan bir nevi al kumaştan bayrak ve hil'at yapıldığı hakkındaki kaydında yer almaktadır. Muhtelif kaynakların incelenmesinden anlaşıldığına göre, Osmanlılar kuruluştan İtibaren diğer İslam ve Türk devletlerinde olduğu gibi, çeşitli bayraklar kullandılar. On beşinci asırda padişaha ait sancaklardan başka çeşitli askeri birliklere ve büyük devlet adamlarına, beylerbeyi, sancakbeyi, donanma kumandanı ve reisleriyle azap ocaklarına ve ticaret gemilerine mahsus türlü renklerde bayrak ve sancaklar vardı. Bu bayrakların ve sancakların üzerinde muhtelif sekil ve yazılar bulunurdu. Yeniçeri ocağının muhtelif ortalarının (tabur) kendileri ne mahsus nişanları vardı. Kışlaların kapılarına asılan ortaların bayraklarına bu alametler nakşedilirdi. Bu asırda yeniçerilere ak, sipahilere kırmızı, silahdar bölüğüne san, orta ve aşağı bölüklere alaca renkli olarak verilen bayraklar bu birliklere verilen sancak mahiyetinde idi. Çünkü Osman Gazi'den İtibaren Kanuni Devri de dahil olmak üzere padişahlara mahsus olan bayrak beyaz renkli idi. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran ve Mısır seferlerinde, otağının önüne hakimiyet alameti olan beyaz ve kırmızı renkli bayraklar dikilmişti. Ayrıca Yavuz Sultan Selim zamanında, bugün Topkapı Sarayı mukaddes emanetler dairesinde bulunan, Peygamber Efendimize ait olan Sancak-ı Şerif Osmanlılara geçti. Asırlardır muhafaza edilen Sancak-i Şerif kılıf içinde bulundurulur, asla açılmazdı. Sefer-i hümayunlarda padişahlar beraberlerinde götürürlerdi. Halifelik alametlerinden biri olan Sancak-ı Şerif, devleti son derece tehdit eden hallerde ve isyanlarda padişahîn emriyle çıkarılır, millet, asilere karşı Sancak-ı Şerif’in altında toplanmaya çağrılırdı. Bu suretle millet birlik içinde hareket ederek isyanı bastırırdı.Yavuz Sultan Selim zamanında Çaldıran seferinde ilk defa olarak kullanılan yeşil renkli bayrak, bu devirden sonra da hemen her zaman sık sık kullanılmıştır. Osmanlılar; hilafete de sahip olduklarını göstermek için kullandıkları yeşil renkli sancak, Barbaros Hayreddîn Pasa ve Utul Ali Reis'in donanmalarında da kullanıldı Sultan I. Mahmut devrinde donanma bayrağı olarak kabul edildi.Kanuni Sultan Süleyman devrinde de beyaz, alaca, kırmızı ve san bayraklara siyah ve yeşil renkliler ilave edildi. Doğrudan doğruya padişahın hassa kuvvetini teşkil eden kapıkulu ocaklarının taşıdıkları bayraklar, umumiyetle saltanat sancakları sayılırdı. Macaristan seferine çıkan ve orduya kumandan tayin edilen Sadrazam İbrahim Paşa’ya; beyaz, yeşil ve sarı renkte üç sancakla iki kırmızı, iki de alaca bayrak verilmesi bu hususu ispat etmektedir. Topraklı süvarinin yukarısı yeşil, aşağısı kırmızı renkte olmak üzere iki renkli bayrağı vardı.Osmanlı ordusunda olduğu gibi, donanmasında da türlü renk ve şekillerde bayraklar kullanıldı. On besinci asırda genellikle kırmızı renkli bayraklar kullanıldığı halde on altıncı asırda kumandana mahsus bayrağın yeşil, derya beylerinin ise beyaz, kırmızı, sarı, sarı kırmızı, ufki çizgili alaca bayraklar kullandıkları görülmektedir. Bu asırda ticaret gemilerinin beyaz bayraklar taşıdıkları da bazı kaynaklardan anlaşılmaktadır. Daha sonraki asırlarda da kaptan paşalara mahsus olan bayrak yeşil idi. Gemi sancaklarında en ziyade kırmızı renk kullanılmakla beraber, yeşil bayraklar da kullanılmıştır. Bunların kimlere ait olduğu üzerlerindeki şekillerden anlaşılırdı. Sultan I. Mahmut devrinden sonra donanmada daha çok yeşil sancaklar kullanılmaya başlandı.Kalyonların kıç sancakları yeşil olduğu gibi, amirallere mahsus forslar da yeşil zemin üzerinde Zülfikar ve hilal şekillerini ihtiva ederdi. Sultan III. Selim zamanında ordu ve donanmada yapılan yeni düzenlemeler esnasında bayraklar üzerindeki hilal şekline, sekiz köseli yıldız ilave edildi. Bayrak meselesinin belirli esaslara bağlandığı bu devirde, büyük gemilerin muhtelif direklerine çekilecek bayraklar tespit edildi. Padişaha mahsus gemiye (taht gemisi) çekilecek kırmızı sancağın üstünde Sultan III. Selim’in tuğrası vardı. Ticaret gemilerinin taşıdığı bayrakların renk ve şekillerinin tespit edildiği bu dönemde, Cezayir Beylerbeyi’nin, üst köşesinde beyaz renkte sarıklı bir insan başı bulunan kırmızı bayrağı vardı. Bu dönemde kumandan forsları yeşil olup, beylerbeyliğe ait ticaret gemilerinin bayrağı; yeşil, beyaz, kırmızı üç ufki parçadan meydana gelmişti. Tunus ve Cezayir ticaret gemileri ortası yeşil olmak üzere iki mavi, iki kırmızı, beş ufki parçadan meydana gelen bayraklar taşıyordu, Trablus Beylerbeyi ile İstanbul limanına mahsus sancak, üç hilalli olup yeşildi. Sultan III. Selim devrinde kurulan Nizam-i Cedîd Ordusu kıta’ları için ortasına sarı sırma ile bir hilal yahut ortadaki hilalden başka dört kösesine de hilaller islenmiş kırmızı veya fes rengi bayraklar kullanıldı.Sultan II. Mahmut zamanında da bayrak şekilleri hemen hemen aynı devam etti. Ancak bu devirde kalelere ve hükümet binalarına ayyıldızlı al sancak çekildiği görülmektedir. Yeniçeri ocağının kaldırılması üzerine bunlara ait hususi bayrakların kullanılmasına son verildi. Yeniçeriler arasında çok yayılmış olan yeniçeriliği ve Bektaşiliği hatırlatan bir takım kelimelerle birlikte bayrak kelimesinin kullanılması da yasak edildi. Bunun yerine sancak kelimesinin kullanılması için her tarafa emirler verildi.Yeniçerilerin son zamanlarında genellikle kırmızı renkte, üzerinde beyaz bir pençe, bir Zülfikar ve bir daire sekli bulunan çatal uçlu bayraktar kullanıldı.Sultan II. Mahmut tarafından kurulan Asakır-i Mansüre-i Muhammediyye'ye mahsus olarak üzerinde kelime-i şahadet veya fetih ayetleri bulunan siyah bayraklar yapıldı. Siyah rengin tercihi Peygamber Efendimizin Ukab adli meşhur siyah sancağının rengini taklit etmek maksadıyladır.İkinci meşrutiyetin ilanına kadar orduda üzerinde ayetler yazılı ve hükümdarların ortası tuğralı armalarını taşıyan sırma saçaklı çeşitli alay sancaktan kullanıldı ve ondan sonra da bu adet devam etti. Bu sancakların rengi umumiyetle kırmızı idi.Kırmızı zemin üzerine hilal ve yıldız bulunan bayrak, Osmanlılarda İlk defa 1793'de devletin resmi bayrağı olarak kabul edildi. Ancak bu bayraktaki yıldız, sekiz köseli idi. Bu bayrak Osmanlı Devleti'nin resmi ve umumi sembolü olarak kullanıldı. Sultan I. Abdülmecit zamanında 1842'de yıldızın beş köseli olması kararlaştırıldı ve Osmanlı bayrağının şekli kesinleşti. Bu devirde padişaha ait tuğralı sancaktan başka hükümdarın gemileri ziyaretinde kullanılan, ortasında güneş ve dört kösesinde de şualar bulunan bir sancak daha vardı. Kaptan paşaya mahsus sancakta; bir hilal ile sekiz köseli yıldız mevcuttu. Osmanlı hâkimiyetinde bulunan, Tunus, Eflak, Boğdan beyleri ile Sırp prensliğinin özet bayraklarında; Osmanlı bayrağının kırmızı rengiyle birlikte mavi, beyaz, san gibi mahalli renkler de kullanılırdı. Tunus beyinin sancağının, ortasında kırmızı zemin üzerindeki bir beyaz daire içinde kırmızı hilal ve yıldız sekli mevcuttu. Sırp, Eflak ve Boğdan beylerbeyleriyle Sisam adasına ait hususi bayrakların üst köselerinde, Osmanlı hâkimiyetinin sembolü olmak üzere, kırmızı zemin üzerinde beyaz üç yıldız bulunan sarı, Eflak bayrağı İle mavi Boğdan bayrağında, birincisinde çifte kartal, ikincisinde de bir öküz başı mevcuttu.Sultan Abdülaziz zamanından başlayarak, padişahlara mahsus kırmızı renkli bayrakların ortasındaki tuğraların beyaz renkte sekiz suali bir güneş içinde alınması adet oldu. Sonradan bu bayrağın rengi vişneçürüğü olarak değiştirildi ve saltanat sancağı kabul edilen bu bayrak, saltanatın kaldırılmasına kadar devam etti.Sultan II. Abdülhamit zamanında Cuma namazı münasebetiyle yapılan selamlık resminde hilafete mahsus bir bayrak kullanılırdı. Bu, kırmızı atlas zemin üzerine etrafı beyaz ile işlenmiş dört köşe bir çerçeve içinde; bir tarafında Fetih süresi, diğer tarafta ise güneş resmi bulunan sırma saçaklı ve ucu hilalli bir sancaklı.1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından saltanatın kaldırılması üzerine halifeye mahsus olarak, yeşil zemin ortasında sekiz suali beyaz bir güneş içindeki kırmızı zeminde beyaz ay yıldızı ihtiva eden bir sancak kabul edildi ve saltanata mahsus bayrak kaldırıldı. Lakin daha önceki milli bayrak muhafaza edildi. Cumhuriyet idaresinin kurulmasından ve halifeliğin kaldırılmasından sonra 25 Teşrin-i Evvel 1925'de bir sancak talimatnamesi çıkarılarak, harp ve ticaret gemileri hakkında muayyen esaslar kabul olundu. 29 Mayıs 1936 tarih ve 2994 sayılı Kanunla Türk Bayrağı’nın şekli ve ölçüleri kesin bir şekilde tespit edildi. 28 Temmuz 1937 tarih ve 2/7175 sayılı Kararnameye ilişik 45 maddelik bir tüzük ( Türk Bayrağı Nizamnamesi ) ile de Türk Bayrağı'nın kullanılışı kural altına alındı.
Gelgelelim efsanevi kan birikintisindeki ay yıldız silüetine.Bilinen efsaneye göre, 1. Kosova Savaşı sonrasında Türk askerlerin kanının bir çukurda toplanması sonucunda, Ay ve Yıldız'ın yan yana gelmesi ile oluştuğu söylenmektedir. Yapılan tüm varsayımlar arasında, 1. Kosova Savaşı'nın sebep olması en büyük imkanlardan biridir, lakin bu savaş tarihinin akşamında gökyüzünde Jüpiter ve Ay yan yana nadir anlarından birini yaşamıştır. Bu savaş sonunda ele geçirilen bir Sırp askeri, dönemin padişahı Murat Hüdavendigar'a Sırp savaş planlarını vereceği taahhütü ile yaklaşmış; hançeri ile Osmanlı İmparatorluğu galibiyeti ile sonuçlanan savaş sonrasında şehit edilmiştir. Yerine büyük oğlu Yıldırım Beyazıt geçmiştir.1. Kosova Savaşı sırasındaki, Kosova'da gökyüzündeki görüntüye ulaşmak için örnek resimlerde Stellarium isimli ücretsiz planetarium programı kullanılmıştır. Planetarium programımızı 1. Kosova Savaşı tarihine (28 Temmuz 1389), ve Kosova koordinatlarına (Lat: 43.41 , Long: 25.65) alırsak ; gökyüzündeki Ay ve Yıldız'ın aslında Ay ve Jüpiter olduğu ortaya çıkar.1. Kosova Savaşı sırasında Kosova'dan gökyüzü görünümü - Gece saatleri14. yüzyılda, Astronomi konusunda dünyaca ilerleyememiş olmamız; halen dünyanın yuvarlak olamaması gibi vahim sorunlar yüzünden, kan çukurunda gözüken yıldıza benzeyen parıltı da doğal olarak yıldıza benzetilmiştir. Jüpiter her ne kadar eski zamanlardan beri bilinmesine rağmen, ilk olarak 1610 yılında Galilei tarafından Jüpiter'e ait 4 Ay keşfedilmiştir. Jüpiter'in gözükebilen 4 ay'ının da etrafında kısmen parlaması (basit bir teleskopla gözükebilir, ancak çıplak gözle en iyi ihtimal Jüpiter'e yakın bir parıltı gözükür); büyük bir ihtimal Jupiter'i köşeli bir yıldıza benzetilmesini sağlamıştır. Lakin, Güneş'in herhangi bir gezegen üzerindeki yansımasının Dünya'daki insanlar tarafından parlak bir yıldıza benzetilerek de izlenebilir. Uranüs gezegeni de, bu süre içerisinde Jüpiter'e olan yakınlığı (her ne kadar çıplak gözle gözükmesi çok zor olsa da, küçük bir parıltı olarak gözükebilir); Jupiter etrafında farkedilebilir 5 köşe gözükmesine sebebiyet verir.1. Kosova Savaşı sırasında Kosova'dan gökyüzü görünümü - Geceyarısı saatleriEğer ki bu yansımayı, olası bir kan çukuru üzerinde düşünürsek de; bize Türk Bayrağı'nın şu anki hali gözükür. Bunun için gece yarısı saatlerindeki gökyüzü görüntüsünü, dikey ve yatay olarak tersine çevirirsek (Ayı arkanıza alarak kan çukuru üzerindeki yansımayı izlemek isterseniz) karşımıza aşağıdaki resimdeki gibi bir görüntü çıkar, ve Türk Bayrağı ile arasında müthiş bir benzerlik vardır
http://www.bozkurtmhp.com/forum/index.php?showtopic=13003
Osmaniye Eski Valisi Fırat, MHP'den Aday Adaylığını Açıkladı
Resmi büyütmek için tıklayın
Osmaniye eski valisi ve merkez valilerinden İsmail Fırat, görevinden istifa ederek, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)'nden Erzurum'dan milletvekili aday adaylığını açıkladı.
Osmaniye eski valisi ve merkez valilerinden İsmail Fırat, görevinden istifa ederek, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)'nden Erzurum'dan milletvekili aday adaylığını açıkladı.
MHP İl Teşkilat binasında basın toplantısı düzenleyen İsmail Fırat, memleketi Erzurum'dan milletvekili aday adaylığını açıkladı. Devletle milleti kaynaştırmak, bürokraside hantallığı gidermek ve memleketi Erzurum'a daha iyi hizmet edebilmek amacıyla milletvekilliğine aday olduğunu belirten Fırat, "Bürokrasiden geliyorum. Bürokrasiyi çalıştıramayan siyasi iktidar tek başına başarılı olamaz. Halkın bu seçimlerde iktidarı ehline vereceğine inanıyorum. Milletvekili seçilirsem Erzurum'a hizmet etmekten gurur ve onur duyacağım." dedi. (Cihan Haber Ajansı) 30.05.2007 15:02 [841111]
");
//]]>-->
");
//]]>-->
Tüm Dünya Ülkelerine Vize İşlemleri.
bozkurt resi açıklaması
CMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı yeni partinin de başkanı seçildi. Bir süre sonra Osman Bölükbaşı ve onu destekleyen 29 milletvekili partiden ayrıldılar; ikinci kez Haziran 1962'de Millet Partisi’ni kurdular. Bunun üzerine CKMP genel başkanlığına önce Ahmet Tahtakılıç (1962), sonra da Ahmet Oğuz getirildi.14'ler diye bilinen gruptan Ahmet Er, Muzaffer Özdağ, Dündar Taşer, Rıfat Baykal, Mustafa Kaplan, Numan Esin, Fazıl Akkoyunlu, Şefik Soyuyüce CKMP'ye girdi ve Alparslan Türkeş, 31 Mart 1965’te CKMP’ye katıldı. 1 Ağustos 1965’te genel başkan seçildi. Yöneticiler şu şekildeydı:Alparslan Türkeş, genel başkan Necati Gültekin Dündar Taşer Mehmet Irmak Agah Oktay Güner Mustafa Kemal Erkovanlı Yaşar Okuyan 8-9 Şubat 1969 günlerinde Adana'da yapılan genel kongrede CKMP adını Milliyetçi Hareket Partisi, terazi olan amblemini de kırmızı zemin içerisinde üç hilal olarak değiştirdi.Dokuz Işık öğretisini yazdı. Antikapitalist, antikomünist, milliyetçi, laik ve dindar bir siyaseti savundu. Dokuz Işık şöyleydi: Milliyetçilik, ülkücülük, ahlakçılık, ilimcilik, toplumculuk, köycülük, hürriyetçilik, gelişmecilik, endüstricilik.1980 Öncesi Dönem [değiştir]Suat Hayri Ürgüplü kabinesinde "Türkeşçi" olarak tanımlanan üç bakan vardı: Mehmet Altınsoy, Hazım Dağlı, Mustafa Kepir.1965 seçimlerinde parti %2,2 oy aldı. Milli Bakiye sistemiyle 11 milletvekili çıkardı. 1 senatörü vardı. 1968'de 14'lerden dört kişi partiden istifa etti. 1969 seçiminde Alparslan Türkeş Adana'dan milletvekili seçildi, 1973'e kadar MHP mecliste bir kişiyle temsil edildi. 1973 seçiminde 3 milletvekiliyle meclise girdi. 1977'de 16 milletvekiliyle grup haline geldi, senatoda bir üyesi vardı. Milliyetçi Cephe hükümetlerinde koalisyon ortağı olan MHP 1975'den 12 Eylül 1980 askeri müdahalesine kadar bütün yurtta yaşanan terör olaylarında, Ülkü Ocakları'nın partiyle ilişkilendirilip suçlanmasıyla karşılaştı. MHP 1 Nisan 1975'de 1. MC (Milliyetçi Cephe) Hükümetine girdi. Alparslan Türkeş ve Mustafa Kemal Erkovan kabinede yer aldı. 22 Temmuz 1977'deki 2. MC Hükümetinde ise 5 bakanla temsil edildi. Alparslan Türkeş, Agah Oktay Güner, Cengiz Gökçek, Gün Sazak, Sadi Somuncuoğlu.Bozkurtlar veya komando olarak nitelenen gençlerin sol militanlarla çatışması birçok kaynakta ülkenin bir iç savaşa sürüklendiği şeklinde yorumlandı ve askerler darbeden sonraki bildirilerinde en çok buna vurgu yaptılar. Bozkurtların baş sloganı Tanrı Türk'ü Korusun şeklindeydi. Parti nasyonal sosyalistlikle suçlandı, sol tarafından faşistlikle itham edildi. MHP içindeki çalkantılarda ırkçı olarak tanımlananlar zamanla ayrılırlarken parti İslâmi yöne kaydı, 1977'de MSP (Milli Selamet Partisi)'den umudunu kestiğini açıklayan Necip Fazıl Kısakürek'in desteğini kazanmasıyla Türkçü-İslamcılığa ağırlık verdi. MHP'nin resmi günlük gazetesi Hergün gazetesiydi. Daha akademik olan Ortadoğu gazetesinde milliyetçi mukaddesatçı profesörler yazıyordu. Bayrak, Millet gazeteleri ve AP'nin yayın organları da partiye destek veriyordu. Töre dergisi partinin görüşlerini bilimsel tabanda araştırıyordu.Milliyetçi Hareket Partisi MSP ile aynı seçmen tabanına seslendi. Tarikatlarla yakınlaştı. MSP ile farklılığı milliyetçilik ve laiklik üzerindeydi. MSP daha çok ümmetçi ve şeriatçı ilkelere yaslanırken, MHP Türklük vurgusunu öne çıkarıyor, İslam'ı dindarlık bağlamında sunuyordu. Alparslan Türkeş başbuğ olarak niteleniyordu. ÜGD, MİSK, Pol-Bir kuruluşlarıyla toplumsal örgütlenmeye gitti. Bir fark da MHP'nin şiddet konusunda tavizsiz oluşu, komünistlere karşı örgütlenmesiydi. Birçok MHP'li 1970'lerdeki çatışmalarda öldü. Gazeteci, yazar ve milletvekili İlhan Darendelioğlu, milletvekili ve bakan Gün Sazak, MHP İstanbul İl Başkanı Recep Haşatlı ve oğlu suikastlarda öldürüldüler.1980 Sonrası Dönem [değiştir]Dokuz Işık Milliyetçilik Ülkücülük Ahlakçılık Toplumculuk İlimcilik Köycülük Hürriyetçilik ve şahsiyetçilik Gelişmecilik ve halkçılık Endüstricilik ve teknikçilik 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra 16 Ekim 1981'de MHP kapatıldı, mallarına el konuldu. Partiye yakın insanlar 7 Temmuz 1983’de Muhafazakâr Parti’yi (MP) kurdular. Bu parti, 1985 Kasım’ında Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) adını aldı. Kısa bir sürede teşkilatlanmasını tamamlayan MÇP, 1987 yılı içerisinde iki olağanüstü kongre yaptı. Birinci kongrede, Genel Baskan Ali Koç’un istifası ile, Genel Sekreter Yardımcısı Naci Kanburoğlu vekaleten Genel Başkanlığa getirilmiştir. İkincisinde ise 19 Nisan 1987 günü, MÇP Naci Kanburoğlu'nun başkanlığında, Ankara Selim Sırrı Tarcan Spor Salonu’nda olağanüstü kongreye giderek Abdülkerim Doğru'yu Genel Baskan seçmiştir. Bu kongrede Devlet Bahçeli Genel Sekreterlige, Ali Güngör, Hüseyin Abbas, Abdülhadi Toplu, Muzaffer Eriş, Mehmet Refet Eke, Şevket Bülent Yahnici ve Tuğrul Türkeş de Genel Başkan yardımcılıklarına getirilmişlerdir.Alpaslan Türkeş’in siyaset yasağı 6 Eylül 1987’de kalkar kalkmaz 4 Ekim 1987’de MÇP Olağanüstü Kongreye giderek, Alpaslan Türkeş'i, MÇP Genel Başkanlığına seçmiştir. 27 Aralık 1992’de, 1979 yılındaki delegeleriyle toplanan MHP Kurultayı, Sadi Somuncuoğlu'nun tüm çabalarına karşın MHP’nin feshine karar vermiş, 24 Ocak 1993’te yapılan Olağanüstü Kongre’yle ise MÇP, MHP adına dönmüştür.Yine 1965 yılında milletvekili de seçilen Türkeş, 1969’da CMKP’nin adını ve programını değiştirerek Milliyetçi Hareket Partisi’ni (MHP) kurdu. Hazırlanan yeni tüzükle MHP’nin amblemi kırmızı zemin üzerine üç hilal, gençlik kollarının amblemi ise hilalli bozkurt olarak belirlendi. Partinin yeni programı Türkeş’in yazdığı "9 Işık" kitabındaki görüşler doğrultusunda değiştirildi. MHP’nin dogmaları haline getirilen 9 Işık arasında milliyetçilik en önemli yere sahipti. Tüm propagandalarında Türk milliyetçiliğini temel alan MHP ideolojisi anti-kapitalist ve anti-komünist bir söylem kullandı.Seçimler ve Koalisyonlar [değiştir]Seçim Sonuçları 1969 %3,02 1973 %3,38 1977 %6,42 1995 %8,18 1999 %17,98 2002 %8,35 1965’ten, 1973’e kadar katıldığı genel seçimlerde büyük başarılar sağlayamayan MHP, 1977 yılında seçimlerinde oy oranı %3.4’ten, % 6.4’e çıkartarak mecliste 16 sandalye kazandı. 22 Temmuz 1977’de oluşturulan 2. Milli Cephe hükümetinde biri başbakan yardımcılığı olmak üzere beş bakanlık alarak büyük bir atılımda bulundu. 12 Eylül 1980 sonrasında diğer tüm partiler gibi MHP’nin de faaliyetleri yasaklandı. Darbe sonrası 4,5 yıl tutuklu kalan Alparslan Türkeş 1987’de kendisine getirilmiş olan siyaset yasağının bitmesiyle Milliyetçi Çalışma Partisi’ne (MÇP) girdi ve genel başkanlık koltuğuna oturdu. Türkeş’in liderliğinde Ekim 1991 genel seçimlerinde Refah Partisi (RP) ve Islahatçı Demokrasi Partisi (IDP) ile ittifak yapan MÇP’nin adının, 24 Ocak 1993 günü MHP olarak değiştirilmesine karar verildi. Aralık 1995 genel seçimlerinde % 8.2 oy alan MHP, % 10’luk seçim barajını aşamadığı için milletvekili çıkaramadı. . 18 Nisan 1999 genel seçimleri: 5 milyon 594 bin 375 oy ve 17.98 ile ikinci parti oldu. 129 milletvekili ile TBMM’ye girdi. Eylül 2002 'de TBMM’de 125 milletvekili bulunuyordu. 2003 seçiminde MHP parlamentoya giremedi.Başbuğ'dan Sonraki Dönem [değiştir]4 Nisan 1997’de MHP’nin kayıtsız şartsız tek lideri olarak görülen Alparslan Türkeş’in ölümüyle, seçilecek yeni genel başkan için parti içinde gerginlik yaşandı. Belirlenen iki aday, Alparslan Türkeş’in oğlu Tuğrul Türkeş ile Devlet Bahçeli arasındaki çekişme neticesinde 18 Mayıs’ta toplanan olağanüstü kurultayda kürsü yıkıldı, sandalyeler havada uçtu. Yarışı Devlet Bahçeli kazandı ve 6 Temmuz 1997’de yapılan olağanüstü kurultayda genel başkanlığa seçildi. MHP, 18 Nisan 1999 milletvekili seçimlerinde % 17. 98 oy alarak DSP’nin ardından en çok oy alan ikinci parti oldu. Kurulan DSP-ANAP-MHP koalisyonunda, biri başbakan yardımcılığı olmak üzere 12 Bakanlık alarak, ikinci büyük koalisyon ortağı oldu.Ecevit hükümetine girerken Rahşan Ecevit'le sorun yaşayan MHP koalisyonda uyumla çalıştı, ancak ekonominin çökmesi üzerine dışarıdan getirilen Kemal Derviş ile uyuşamadı. Daha sonra iktidarda iken Genel Başkan Devlet Bahçeli'nin aldığı 3 Kasım seçim kararı ile seçime gidildi. 3 Kasım seçimleri MHP için büyük bir yıkım oldu. Yüzde 18 olan oy oranı birden yüzde sekize düştü ve Genel Başkan Devlet Bahçeli bu yenilgiden kendini sorumlu tutarak istifa etme kararı aldı. Sözde genel merkezin bu kararını kabul etmemesi üzerine Genel Başkanlığını sürdürdü.Çoğu milliyetçi aydınlara göre bu gün MHP, Türk dünyasından uzak, içte sertlik yanlısı politikalar sergilemektedir. İdam cezasını malum kişinin infazını önlemek için baskılar sonucu kaldırmıştır. 57. Hükümeti MHP'yi aşağılayan Rahşan Ecevit'in partisi ile kurması ve ekonomik krize engel olamaması sonucu 3 Kasım seçimlerinde oy kaybetmesine ve TBMM dışında kalmasına sebep olmuşturBozkurt bozkurt resimleri,ülkücülük resimleri,ülkücü gençlük resimleri Bozkurt resimleri
başbuğumuzun hayatı http://www.turkmania.com/showthread.php?t=1378
Alparslan Türkeş 25 Kasım 1917‘de Lefkoşe’de doğmuştur. Babası Ahmet Hamdi Efendi, annesi Fatımatül Zehra Hanım’dır. Alparslan Türkeş; aslen Kayserilidir. Büyük dedesi Arif Ağa Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinin Yukarı Köşgerli Köyünden Kıbrıs’a göç etmiş ve buraya yerleşmiştir. İlk ve orta eğitimini Lefkoşe’de tamamlamıştır. O yıllarda İngiliz işgal idaresi altında bulunan Kıbrıs’tan ailece Türkiye’ye göç etmişler ve İstanbul’a yerleşmişlerdir. Kuleli’den Harp Okulu’naAskerlik mesleğine büyük sevgisi olan Alparslan Türkeş 1933 yılında Kuleli Askeri Lisesi’ne girmiş başarı göstererek, 1939 yılında bu liseden mezun olmuş ve Harp Okulu’a geçmiştir.1939‘da Harp Okulu’ndan mezun olarak orduya katılmıştır. Orduda muntazaman terfi etmiş ve harp akademisi imtihanını kazanarak akademiye geçmiştir. Başarılı bir eğitim dönemi sonrasında kurmay subay olarak mezun olmuştur. Evlilikleri1940 yılında Isparta'da Muzaffer Hanım’la evlenirler. Ayzit, Umay, Selcen, Sevenbige (Çağrı) ve Yıldırım Tuğrul adlı çocukları dünyaya gelir.Muzaffer Hanım 1974 yılında vefat eder.Alparslan Türkeş 1976 yılında Sevâl Hanım'la ikinci evliliğini yapar. Bu evlilikten Ayyüce ve Ahmet Kutalmış adlı iki çocuğu olmuştur. 1944 Milliyetçilik Olayı3 Mayıs1944... Ankara'da bir yürüyüş vardır. Türk Milletinin ve Devletinin bekası fikrine sahip aydınlar ve onların izindeki gençler, basın ve üniversite kadrolarına sızan ve kendilerini cumhuriyetin gerçek sahibi diye gösteren dönme-devşirme ittifakının oyunlarına karşı ideolojik tavrını koyar.Yürüyüşten sonra bir grup milliyetçi aydın tutuklanır.CHP faşizminin açtığı Türkçülük-Turancılık Davası başlar. Milliyetçiler tabutluklara atılırlar, işkencelere uğrarlar.Genç Üsteğmen Alparslan Türkeş de bu aydınlar arasındadır. 20 Ekim 1944'te kendisini "vatan hainliği" suçlamasıyla sorgulayan Savcı’ya "Diğer sanıklar gibi bana da vatan hainliği suçu isnad edilmiştir. Bunu şiddetle redderim. Ben yeryüzünde herşeyden çok milletimi ve vatanımı severim" cevabını verir. Ancak mahkeme tarafından, 9 ay 10 gün hapis cezasına çarptırılır ve mahkeme süresince bir yıl hücre hapsi yattığı için tahliye edilir. Kendisine verilen ceza daha sonra Askeri Yargıtay tarafından bozulur ve 2 numaralı mahkemede beraat eder. Yurtdışı Görevleri1948 yılında Genel Kurmay tarafından açılan imtihanları kazanmış ve bütün eğitim dönemindeki başarılarıda gözönüne alınarak Amerika’ya tahsile gönderilmiştir.Amerika’da piyade okulu ve Amerikan Harp Akademi’sinde tahsil görmüş buralardan da iyi dereceler ile mezun olmuştur. 1955‘de kurmay binbaşı olan Alparslan Türkeş (Amerika’da) Washıngton’da bulunan daimi gurup nezninde Türk Genelkurmayı’nın Temsil Heyeti üyeliğine tayin edilmiştir. 1957 yılının sonuna kadar vazifesini sürdürmüştür. Bu süre içerisinde Üniversity of America (Amerika Üniversitesi)‘ya devam etmiş, International Economics tahsili görmüştür. Daha sonra yurda dönen Alparslan Türkeş, 1959‘da Almanya’ya Atom ve Nükleer Okulu’na gönderilmiş, bu okulu da başarı ile bitirmiştir. İyi derecede fransızca ve ingilizce bilen Alparslan Türkeş, 27 Mayıs 1960 yılına kadar Avrupa’da muhtelif Nato toplantılarında ve askeri mevzularda Türk Genel Kurmay Başkanlığı’nın temsilcisi olarak bulunmuştur. 27 Mayıs 1960 Darbesi27 Mayıs 1960 Askeri Darbesinin önde gelen simalarından olan Alparslan Türkeş, bu hareketi partilerüstü ve milli birliği sağlayacak bir reform hareketi olarak düşünmüştür. Müdahaleden sonra Milli Birlik Komitesi üyesi olarak, Başbakanlık Müsteşarlığı yapmıştır. Görevde bulunduğu 27 Mayıs 1960-25 Eylül 1960 tarihleri arasında, ülke ve kültür bütünlüğü kanun tasarısını ve Devlet Planlama Teşkilatı kanun tasarısını kanunlaştırmıştır.CHP’li bazı politikacıların Milli Birlik Komitesi üyelerine yapmış oldukları bazı telkinler ile 13 Kasım 1960 tarihinde 13 arkadaşı ile Mili Birlik Komitesi’nden çıkarılmış ve Mürtet Hava Üssünde hapsedilmiş, daha sonra da, CHP’lilerin rahat hareket etmeleri için 19 Kasım 1960‘ta Türkiye’den, hükümet müşaviri görevi ile Hindistan Yeni Delhi’ye mecburi ikâmetgah olarak gönderilmiştir. Alparslan Türkeş Hindistan’da iken hükümet yöneticilerine mektuplarla sürekli ikazlarda bulunmuştur. 23 Şubat 1963‘ta yurda dönen Alparslan Türkeş, dava arkadaşlarıyla birlikte kadro oluşturup partileşmek amacıyla "Huzur ve Yükseliş Derneği" adlı bir dernek kurar. Talat Aydemir OlayıKısa bir süre sonra Talat Aydemir'in giriştiği darbe teşebbüsüne karıştığı iddiası ile 21 Mayıs 1963’te tutuklanır ve Mamak Askeri Cezaevinde dört ay hücre hapsinde yatar. Yargılama sonucundae beraat eder. 5 Eylül 1963‘te tahliye olur. CKMP Dönemi31 Mart 1964‘te Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP)’ne üye olmuş ve Parti Genel Müfettişliği görevini almıştır. 1 Ağustos 1965‘de CKMP’nin kongresinde parti üyeleri tarafından genel başkanlığa seçilmiştir. (8-9) Şubat 1969 CKMP’nin Adana’daki kongresinde Alparsalan Türkeş’in teklifiyle partinin ismi Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirilmiştir. MHP Dönemi65-69, 69-73, 73-77 ve 1977‘den 12 Eylül 1980‘e kadar dört dönem, Ankara ve Adana’dan milletvekilliği yapmıştır. 1975‘den sonra kurulan 1. ce 2. Miliyetçi Cephe hükümetlerinde başbakan yardımcılığı görevlerinde bulunmuştur. 12 Eylül 1980 hareketinden sonra sıkıyönetim tarafından tevkif edilmiş ve 29 Nisan 1981 tarihinde, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davası adı ile sıkıyönetim mahkemelerinin karşısına çıkarılmıştır. Yargılandığı dava nedeni ile uzun süren tutukluluğu, 9 Nisan 1985‘de tahliyeyle son bulmuştur. MÇP DönemiBu dava nedeniyle dört buçuk yıl tutuklu kalmıştır. 6 Eylül 1987‘de siyasi yasakların referandum ile kalkmasından sonra 20 Eylül’de Alparslan Türkeş MÇP’ye törenle kaydolmuştur. 4 Ekim 1987 tarihinde yapılan olağanüstü 2.Kongre ile Milliyetçi Çalışma Partisi Genel Başkanlığı’na seçilmiştir. 24 Eylül 1991 tarihinde 19. Dönem Milletvekili seçimlerinde MÇP’nin, IDP, RP ile üçlü ittifak yapmasıyla Yozgat’dan milletvekili seçilmiştir. 15 Kasım 1991 tarihinde 18 arkadaşı ile ittifaktan ayrılarak bağımsız milletvekili olmuştur. 25 Aralık 1991‘de Demokratik Hareket Partisini kurmuştur.Kurucular Kurulu kararı ile parti kapatılarak, Milliyetçi Çalışma Partisi’nin 29 Aralık 1991 tarihinde yapılan 3. Olağan Genel Kongresi’nde MÇP’nin Genel Başkanlığı’na seçilmiştir. MÇP’den yeniden MHP’ye12 Eylül 1980 hareketinin kapattığı siyasi partilerin isim ve amblemlerinin kullanma yasağının kalkması ile, 27 Aralık 1992 tarihinde, kapatılan MHP’nin ogünkü delegelerinin katıldığı kongrede, MHP’nin isim, amblem kullanma yetkisi tekrar kurucu Alparslan Türkeş’e devredilmiştir. 24 Ocak 1993 tarihinde yapılan kongrede, MÇP yerini MHP’ye bırakmış, Genel Başkanlığa da Alparslan Türkeş seçilmiştir. Alparslan Türkeş 24 Aralık 1995 tarihinde yapılan genel seçimlerde Adana’dan milletvekilliği adaylığını açıklamıştır. Milliyetçi Hareket Partisi, 24 Aralık 1995‘te yapılan genel seçimlerde %10‘luk ülke barajına takılarak meclise girememiştir. Alparslan Türkeş 4 Nisan 1997 tarihinde vefat etti, Ankara Beşevler’deki kabrinde medfundur.HAKKINDA YAZILANLAR
BAŞBUĞ ALPARSLAN TÜRKEŞ ve MİLLİYETÇİ HAREKET
DEVLET BAHÇELİ
Rahmetli Başbuğumuz Alparslan Türkeş Bey, tarihte örneklerine pek sık rastlanmayan müstesna şahsiyetlerden biridir. "karizmatik lider", "bilge lider", "tarihî şahsiyet" gibi sıfatlar, muhterem liderimizi anlatmakta kullanılan başlıca sıfatlar olarak Türk milleti tarafından benimsenmiş ve kabul görmüştür. Tarihî geleneğimiz açısından onu en iyi anlatan, tanımlayan sıfat ise "Başbuğ" olmuştur. Türkeş Bey, Türk dünyasının başbuğu unvanını, sahip olduğu meziyetler ve yerine getirdiği hizmetler açısından bakıldığında en çok hak eden tarihî bir şahsiyettir. Bu değerlendirmeyi er ya da geç dost-düşman herkes yapmıştır.Başbuğumuzun bu sıfatları kazanışı ile Milliyetçi Hareket'in tarihi, paralel bir çizgiye sahiptir. Çünkü onun hayatı ile Türk milliyetçiliğinin yarım yüzyılı aşkın son dönemi tamamen özdeşleşmiş, iç içe geçmiştir.Bilge lider ya da tarihî şahsiyet kavramı, her şahsiyet gibi kendi milletinden ve içinde yaşadığı çağdan bir şeyler alan, ama diğerlerinden farklı olarak milletinin gelişimine, çağının akışına bir şeyler katan, kısaca tarihe damgasını vuran insanları anlatan bir kavramdır. Bundan sonra tarih, o şahsiyetten bir şeyler alarak onun fikrinin, alın terinin izlerini taşımaya başlar.Dünyada hiçbir büyük ve önemli bir iş, yüreği ülke sevdasıyla yanıp tutuşmayan, hiç cefa çekmemiş ve inanmadığı şeyleri savunmuş politikacılarca başarılmış değildir. Büyük davalar, tehlikelere ve zorluklara cesaretle göğüs geren, ömrü boyunca yılmamış, inançlı ve azimli insanların liderliği altında başlamış ve başarılmıştır.Tarihî şahsiyetleri ya da büyük liderleri ortaya çıkartan dinamikler nelerdir? Onların ortaya çıkışları, sahip oldukları meziyetler ile tarihî şartların buluşmasıyla mümkün olmaktadır. Bu meziyetler, vasıflar nelerdir? En başta, basiret, inanç, azim, bilgi, cesaret, direnç ve kararlılık gibi önemli özellikleri şahsiyetlerinde barındıran insanlar gerçek anlamda lider olabilirler.Bu insanlar, yeteneklerini, ideallerini gerçekleştirme yolunda ortaya koymaya, yani kuvveden fiile geçirmeye başladıklarında varlıklarını hissettirmiş olurlar. Bunu takiben hâlk ile diyalog kurmaları ve kadrolarını yetiştirmeleriyle birlikte ağırlıklarını ve farklılıklarını kabul ettirmeye başlarlar. Artık onlar gerçek birer liderdir. Zamanla bu sıfat, gelişmelere bağlı olarak "tarihî şahsiyet", "karizmatik lider", "önder" gibi sıfatlara dönüşür.Kısacası, tarihî şartlar ve gelişmelerle liderlik vasıflarına sahip insanlar bir araya geldiğinde büyük ve önemli liderler ortaya çıkar.Rahmetli Başbuğumuzun ömrünü yarım asrı aşkın son bölümü, Türk milliyetçiliği hareketinin yaşadığı sorunlarla, gelişmelerle paralel bir seyir takip etmiştir. Hakk'ın rahmetine kavuştuğu son ana kadar da davasına, yani Türk milletine ve Türk dünyasına hizmet etmeye devam etmiştir. 1944 yılında zamanın siyasî iktidarının rüzgâra göre yön değiştiren zihniyetinin bir sonucu olarak uygulanan baskı ve zulümlerden 1997 yılının Nisanına kadar uzanan kararlı milliyetçilik mücadelesi, hayatını ülkesine ve milletine adamışlığın çok önemli ve güzel örneklerini ortaya koymuş olması, Başbuğumuzun siyasî kişiliğinin en kısa ve özlü ifadesidir.Türk milliyetçileri 1944 girdabından yüz akıyla çıktıktan sonra 1940'lı yılların ikinci yarısını ve 1950'lerin başlarını toparlanma ve dayanışma çabalarıyla geçirmiştir. Türk milliyetçileri ikinci tırpanı bu dönemde Demokrat Parti yönetiminden yemiştir.İşte bütün bu olayları ve sorunları çok iyi okuyan rahmetli liderimiz, 1960'lı yıllardaki gelişmeleri de dikkate alarak, Türk milliyetçiliği hareketine yeni bir ivme ve boyut kazandırmıştır. 1960'lı yılların ikinci yarısı, hem Türk milliyetçiliği hem de Türk demokrasi tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Çünkü bu, dönem, Türk dünyasının Başbuğunun ve Milliyetçi Hareket Partisi'nin doğuşuna sahne olan bir dönemdir.1960'lı yılların başından itibaren Türkiye'de, büyük bir çoğunluğu Rus emperyalizminin doğrudan ya da dolaylı olarak uzantısı pozisyonunda olan sol hareketlerin canlanışına ve hızlı bir şekilde güçlenmesine şahit olunmuştur. Buna karşılık, kendini sağcı olarak tanımlayan siyasî partiler ve gruplar ise hem aralarında hem de içlerinde sürekli didişen bir yapıya sahipti. Türk milliyetçilerinin hâli de çeşitli dergiler ve dernekler etrafında kümelenmiş çok dağınık, arayış psikolojisinin hâkim olduğu bir manzarayı andırıyordu.Alparslan Türkeş Beyin 1964 yılında siyasete doğrudan girmesiyle başlayıp 1969 yılında tamamlanan süreçte ise Türk milliyetçiliği davası, derlenip toparlanmaya, daha doktriner bir hüviyet kazan-maya başlamış, kendi özgün ve dinamik siyasî partisine kavuşmuştur. Bu süreç, dağınık, siyasî etkinliği çok zayıf ve özgüven bunalımı yaşayan bir camianın varlığını çok iyi gözlemleyen, Türk milletinin yeni bir dirlik, birlik ve kalkınma hamlesine ihtiyacı olduğunu hisseden siyasî iradenin, inancın, kararlığın ürünüdür. Yani merhum liderimiz Alparslan Türkeş'in önderliğindeki kadronun iradesinin ve çabalarının eseridir.Kendilerinin veciz bir şekilde ifade ettiği gibi, milliyetçi-ülkücü hareket, büyük ve güçlü Türkiye'nin mimarı olarak doğmuş ve gelişmiştir.Türk milliyetçiliği hareketinin yeniden yapılandırılması aşamasını, bütün milliyetçilerin, vatanseverlerin, bütün dağınık parçaların bir araya getirilmesi ile fikrî alt yapının geliştirilmesi ve projelerin ortaya konması aşaması izlemiştir. Tabiî bütün bu aşamalar, çok zorlu ve uzun soluklu bir mücadeleyi, ilmik ilmik örülme anlamında zahmetli çabaları ifade etmektedir. Çünkü Türk milliyetçileri, önlerine çıkartılan birçok engeli aşmak, yoğun karalama kampanyalarını göğüslemek için olağanüstü çabalar sarf etmek zorunda kalmışlardır. Türk milliyetçiliği davasının doğrudan siyasî alana taşındığı, yani rahmetli Başbuğumuzun Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin genel başkanı seçildiği günden itibaren başta faşizm olmak üzere sürekli eleştiriler yöneltilmesi, Türk gençliğinin çeşitli oyunların içine çekilmeye çalışılması Milliyetçi Hareket'in gelişimini etkilemiştir.İşte milliyetçi-ülkücü hareket, bir taraftan bu tür karalama kampanyalarıyla ve terör belâsıyla uğraşmak, bir tarafta da dünya ve ülke sorunlarıyla ilgilenmek, çözümler üretmek durumunda kalmış, siyasî hayatın gereklerini yerine getirmeye çalışmıştır. Bu mücadelenin bir de imkânsızlıklar içinde yürütüldüğü düşünüldüğünde, anlamı, önemi ve büyüklüğü daha iyi anlaşılmaktadır.Milliyetçi Hareket Partisi, böyle bir zorlu mücadele geleneğine ve olumsuzluklara rağmen , iktidar ortağı olduğu zamanlarda ülkeye hizmet etmenin en iyi örneklerini sergilemekten de geri kalmamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisindeki MHP, ciddiyet, çalışkanlık ve ülke çıkarıyla özdeşleştirilir olmuştur. Bu dönemde, yine, gençliğin yıkıcı ve bölücü fikirlere kapılmamasında, kültürel yabancılaşma hastalığına yakalanmamalarında kalkan işlevi görmüştür. Alparslan Türkeş Beyin önderliğindeki Milliyetçi Hareket, bu tarihî görevini, genç nüfusun millî ve manevî değerlerle donanmış idealist bir gençlik olarak yetişmesini sağlayarak yerine getirmiştir.Türk milliyetçileri, 12 Eylül 1980 sonrasındaki üç yılı kapsayan askerî yönetim döneminde de her türlü baskıyla karşı karşıya kalmış ve MHP kapatılmıştır. Aynı şekilde 1983 sonrasındaki parçalama teşebbüslerine göğüs germe zorunda kalınmıştır. Ancak, Milliyetçi Hareket kısa süre içinde Türkiye'nin ve Türk dünyasının tekrar parlayan yıldızı olmayı başarmıştır.Haksız eleştirilere karşı koyarak her sınavdan yüz akıyla çıkmak, kısacası zorlu ama onurlu bir mücadele destanı yazmak, ancak haklı ve güçlü davalara sahip siyasî hareketlere nasip olur. Yine hiçbir siyasî hareketin, bilge bir şahsiyete, karizmatik bir lidere sahip olmadan bu kadar zorlu ve uzun bir mücadeleyi sürdürebilmesi mümkün değildir.Bugün Milliyetçi Hareket Partisi, dimdik ve güçlü şekilde ayakta durmakta, Türk milletinin yegâne ümidi hâline gelmiş bulunmaktadır. Bunun sebepleri arasında, Alparslan Türkeş gibi karizmatik ve bilge bir lidere ve onun yetiştirdiği kadrolara sahip olması çok önemli bir yere sahiptir. Türk milliyetçileri, bu gerçeği hiçbir zaman unutmadan Başbuğlarının gösterdiği büyük hedeflere doğru akıp giden kutsal yolculuklarına yılmadan ve yorulmadan devam edeceklerdir.Türk milliyetçilerinin, 21. yüzyılın ilk yarısındaki ana hedefleri olan Lider Türkiye ülküsünü realize etmek ve Türk dünyasının birlikteliğini sağlamak için ellerinden gelen bütün gayreti gösterip başarıya ulaşacaklarından hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.
TÜRKEŞ'İN ARDINDANSAMİ KOHENDün görkemli bir cenaze töreni ile toprağa verilen MHP lideri Alparslan Türkeş, Türk siyasî tarihine farklı dönemlerde değişik düşünce ve tutumları ile damgasını vuran, karizmatik ve etkin bir politikacı olarak geçecektir. 1940'ların ve 1950'lerin Turancısı ve radikali, 1960'ların darbecisi ve devrimcisi Başbuğ, 1970'lerden sonra ve özellikle son yıllarda Türk siyasal yaşamında, "akil adam" (wise man) mertebesine ulaştı. Kavgaların ve kargaşanın hâkim olduğu bir ortamda Türkeş sağduyunun, hoşgörünün, uzlaşmanın güçlü bir sesi oldu. Her türlü aşırılığa ve özellikle şiddete karşı çıktı. Siyaset yelpazesinde partisini merkez sağ çizgiye oturttu. Bu arada Atatürkçülüğü ve özellikle lâikliği büyük bir inançla savunmaya devam etti.
Alparslan Türkeş'in vefatı, kuşkusuz partisi için olduğu kadar Türkiye için de büyük bir kayıptır. Bu kritik dönemde onun temsil ettiği uzlaşma ve sağduyuyu ve aynı zamanda modern Cumhuriyet'in temel ilkelerini savunan bu çaptaki bir siyaset adamının yok olması, gerçekten önemli bir boşluk yaratıyor. Dileğimiz bu boşluğun da çeşitli eğilimli politikacılar arasında yeni tartışma ve sürtüşme kaynağı olmaması, aksine onun son zamanlarda ısrarla savunduğu görüşlerin ve politikaların bir miras sayılması ve de özellikle yandaşlarının onun izinde yürümeye devam etmesidir... Türkeş son yıllarda değişen dünya koşullarına paralel, çağdaş yeni stratejiler oluşturmuştu. Her türlü bağnazlığa ve ırkçılığa karşı çıkıyordu. Uluslar arası plâtformda eski düşmanlıkların, kin ve nefretin terk edilerek yeni dostluk sayfalarının açılmasını öneriyordu. Ekonomide özelleştirmeyi ve serbest piyasa kurallarını savunuyordu... Batıda bazıları, Başbuğ'u hâlâ bir "Führer" olarak anımsıyor. ("Le Monde"un önceki günkü yazısı buna örnektir) Yukarıda belirttiğimiz gibi, Türkeş'in görüşlerinde ve davranışlarında büyük bir evrim gerçekleşmiştir. Fransa'da Le Pen -ve diğer Avrupa ülkelerinde benzerleri - ırkçı düşünceleri dile getirirken, Türkeş'in tam aksine çeşitli ırk, din ve kültürlere sahip insanların aynı ulusal ülküler etrafında birleşmesinin mümkün olduğunu söylüyor, ayırımcılığa karşı entegrasyonu savunuyordu.Başbuğ'un sadece ırk veya din farkı nedeni ile değil, ideolojik farklılıklar yüzünden de karşılıklı vuruşmalara karşı çıktığı unutulmamalıdır. Türk solunun önde gelenlerinin -ve hatta bizzat merkez çizgiye gelen eski Marksist devrimcilerin -dahi, bugün Alparslan Türkeş'in ölümünün ardından, övücü beyanlarda bulunmaları veya onun bu niteliğini vurgulayan makaleler yazmaları, çok anlamlıdır... Dış dünya da bu örneği gözden kaçırmamalıdır. Türkeş ile Aralık 1995'te, seçim kampanyası sırasında hazırladığım "Partiler dış politikaya nasıl bakıyorlar" başlıklı yazı dizisi için bir söyleşi yapmıştım. Görüştüğümüz konuların çoğu bugün de aynı tazeliği koruduğu için, o zaman MHP liderinin söylediklerini burada anımsatmakta yarar vardır.Türkeş, 21'inci yüzyılın bir "Türk asrı" olması için çalışmak gerektiğini, bunun da akılcı politikalar izlemekle mümkün olduğunu söylüyordu. "Bu amaçla Türkiye'nin ABD, AB ve Rusya ile dengeli ilişkiler kurması gerekir" diyen Türkeş, şu görüşleri ortaya koyuyordu:"ABD ile ilişkiler, dış politikamızın hedefi olmalıdır. ABD'nin dostluğu ve desteği, büyük önem taşıyor. Gümrük Birliği'nin gerçekleşmesi zorunludur. Bu süreç içinde bazı pürüzler çıkabilir. Ama bunlar bu süreç içinde halledilebilir. Türkiye'nin İsrail ile ilişkide bulunması, çıkarları gereğidir. İsrail Orta Doğu'da, Türkiye'nin doğal müttefiki konumundadır. Türkiye Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirmelidir. Bu Kafkasya'nın istikrarı ve Azerbaycan'ın Ermeni işgalinden kurtulması açısından önemlidir. Rusya ile gerçekçi bir politika izlemeli. Orta Asya'da ve Kafkasya'da Ruslarla birlikte çalışmak mümkün..." Türkeş'e bu görüşlerle, parti tabanını oluşturanların ve yandaşlarının bir kısmının tavrı arasında farklılık -veya çelişki- olup olmadığını sorduğumda şu yanıtı vermişti : "Bu çelişki, bazı kışkırtmaların sonucu olabilir... Ama biz onları hep uyarıyoruz, onlara esas tutumumuzu anlatmaya çalışıyoruz"... Ne yazık ki bunları anlatacak bir Alparslan Türkeş yok artık. Şimdi kendi yandaşları gibi, tüm politikacılar, onun anlatmaya çalıştıklarının ışığında, yollarını belirlemek zorundadır.
ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN LİDERLİK SIRLARI
DR.ARSLAN TEKİNTarihte iz bırakan kaç lider vardır? Türkeş, çok partili hayatımızda, başta Türk dünyası olmak üzere dünyaca tanınan ve yakından takip edilen liderlerin en başında geliyordu. 80 yıllık ömür, turan bayrağını yükseltme, Türk adını dağa, taşa, Ay'a, Marsa'a yazdırma kavgasıyla geçmiştir. Dağınıt milliyetçiler onun etrafında toplanmış Türk Siyaset hayatının belirleyicisi olmuştur.İhtilal yapmış ve ihtilaller yaşamış bir lider olarak en kötü demokrasiyi en iyi ihtilale tercih eden Alparslan Türkeş'in liderliğinin bilinmeyen pek çok noktası ilk defa bu kitapta Dr. Arslan Tekin'in kaleminden aydınlığa çıkıyor.Okumuş Adam Yayıncılık ve Eğitim Hizmetleri İstanbul 2000
ALPARSLAN TÜRKEŞ, MHP VE BOZKURTLAR
BAŞBUĞ ALPARSLAN TÜRKEŞ ve MİLLİYETÇİ HAREKET
DEVLET BAHÇELİ
Rahmetli Başbuğumuz Alparslan Türkeş Bey, tarihte örneklerine pek sık rastlanmayan müstesna şahsiyetlerden biridir. "karizmatik lider", "bilge lider", "tarihî şahsiyet" gibi sıfatlar, muhterem liderimizi anlatmakta kullanılan başlıca sıfatlar olarak Türk milleti tarafından benimsenmiş ve kabul görmüştür. Tarihî geleneğimiz açısından onu en iyi anlatan, tanımlayan sıfat ise "Başbuğ" olmuştur. Türkeş Bey, Türk dünyasının başbuğu unvanını, sahip olduğu meziyetler ve yerine getirdiği hizmetler açısından bakıldığında en çok hak eden tarihî bir şahsiyettir. Bu değerlendirmeyi er ya da geç dost-düşman herkes yapmıştır.Başbuğumuzun bu sıfatları kazanışı ile Milliyetçi Hareket'in tarihi, paralel bir çizgiye sahiptir. Çünkü onun hayatı ile Türk milliyetçiliğinin yarım yüzyılı aşkın son dönemi tamamen özdeşleşmiş, iç içe geçmiştir.Bilge lider ya da tarihî şahsiyet kavramı, her şahsiyet gibi kendi milletinden ve içinde yaşadığı çağdan bir şeyler alan, ama diğerlerinden farklı olarak milletinin gelişimine, çağının akışına bir şeyler katan, kısaca tarihe damgasını vuran insanları anlatan bir kavramdır. Bundan sonra tarih, o şahsiyetten bir şeyler alarak onun fikrinin, alın terinin izlerini taşımaya başlar.Dünyada hiçbir büyük ve önemli bir iş, yüreği ülke sevdasıyla yanıp tutuşmayan, hiç cefa çekmemiş ve inanmadığı şeyleri savunmuş politikacılarca başarılmış değildir. Büyük davalar, tehlikelere ve zorluklara cesaretle göğüs geren, ömrü boyunca yılmamış, inançlı ve azimli insanların liderliği altında başlamış ve başarılmıştır.Tarihî şahsiyetleri ya da büyük liderleri ortaya çıkartan dinamikler nelerdir? Onların ortaya çıkışları, sahip oldukları meziyetler ile tarihî şartların buluşmasıyla mümkün olmaktadır. Bu meziyetler, vasıflar nelerdir? En başta, basiret, inanç, azim, bilgi, cesaret, direnç ve kararlılık gibi önemli özellikleri şahsiyetlerinde barındıran insanlar gerçek anlamda lider olabilirler.Bu insanlar, yeteneklerini, ideallerini gerçekleştirme yolunda ortaya koymaya, yani kuvveden fiile geçirmeye başladıklarında varlıklarını hissettirmiş olurlar. Bunu takiben hâlk ile diyalog kurmaları ve kadrolarını yetiştirmeleriyle birlikte ağırlıklarını ve farklılıklarını kabul ettirmeye başlarlar. Artık onlar gerçek birer liderdir. Zamanla bu sıfat, gelişmelere bağlı olarak "tarihî şahsiyet", "karizmatik lider", "önder" gibi sıfatlara dönüşür.Kısacası, tarihî şartlar ve gelişmelerle liderlik vasıflarına sahip insanlar bir araya geldiğinde büyük ve önemli liderler ortaya çıkar.Rahmetli Başbuğumuzun ömrünü yarım asrı aşkın son bölümü, Türk milliyetçiliği hareketinin yaşadığı sorunlarla, gelişmelerle paralel bir seyir takip etmiştir. Hakk'ın rahmetine kavuştuğu son ana kadar da davasına, yani Türk milletine ve Türk dünyasına hizmet etmeye devam etmiştir. 1944 yılında zamanın siyasî iktidarının rüzgâra göre yön değiştiren zihniyetinin bir sonucu olarak uygulanan baskı ve zulümlerden 1997 yılının Nisanına kadar uzanan kararlı milliyetçilik mücadelesi, hayatını ülkesine ve milletine adamışlığın çok önemli ve güzel örneklerini ortaya koymuş olması, Başbuğumuzun siyasî kişiliğinin en kısa ve özlü ifadesidir.Türk milliyetçileri 1944 girdabından yüz akıyla çıktıktan sonra 1940'lı yılların ikinci yarısını ve 1950'lerin başlarını toparlanma ve dayanışma çabalarıyla geçirmiştir. Türk milliyetçileri ikinci tırpanı bu dönemde Demokrat Parti yönetiminden yemiştir.İşte bütün bu olayları ve sorunları çok iyi okuyan rahmetli liderimiz, 1960'lı yıllardaki gelişmeleri de dikkate alarak, Türk milliyetçiliği hareketine yeni bir ivme ve boyut kazandırmıştır. 1960'lı yılların ikinci yarısı, hem Türk milliyetçiliği hem de Türk demokrasi tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Çünkü bu, dönem, Türk dünyasının Başbuğunun ve Milliyetçi Hareket Partisi'nin doğuşuna sahne olan bir dönemdir.1960'lı yılların başından itibaren Türkiye'de, büyük bir çoğunluğu Rus emperyalizminin doğrudan ya da dolaylı olarak uzantısı pozisyonunda olan sol hareketlerin canlanışına ve hızlı bir şekilde güçlenmesine şahit olunmuştur. Buna karşılık, kendini sağcı olarak tanımlayan siyasî partiler ve gruplar ise hem aralarında hem de içlerinde sürekli didişen bir yapıya sahipti. Türk milliyetçilerinin hâli de çeşitli dergiler ve dernekler etrafında kümelenmiş çok dağınık, arayış psikolojisinin hâkim olduğu bir manzarayı andırıyordu.Alparslan Türkeş Beyin 1964 yılında siyasete doğrudan girmesiyle başlayıp 1969 yılında tamamlanan süreçte ise Türk milliyetçiliği davası, derlenip toparlanmaya, daha doktriner bir hüviyet kazan-maya başlamış, kendi özgün ve dinamik siyasî partisine kavuşmuştur. Bu süreç, dağınık, siyasî etkinliği çok zayıf ve özgüven bunalımı yaşayan bir camianın varlığını çok iyi gözlemleyen, Türk milletinin yeni bir dirlik, birlik ve kalkınma hamlesine ihtiyacı olduğunu hisseden siyasî iradenin, inancın, kararlığın ürünüdür. Yani merhum liderimiz Alparslan Türkeş'in önderliğindeki kadronun iradesinin ve çabalarının eseridir.Kendilerinin veciz bir şekilde ifade ettiği gibi, milliyetçi-ülkücü hareket, büyük ve güçlü Türkiye'nin mimarı olarak doğmuş ve gelişmiştir.Türk milliyetçiliği hareketinin yeniden yapılandırılması aşamasını, bütün milliyetçilerin, vatanseverlerin, bütün dağınık parçaların bir araya getirilmesi ile fikrî alt yapının geliştirilmesi ve projelerin ortaya konması aşaması izlemiştir. Tabiî bütün bu aşamalar, çok zorlu ve uzun soluklu bir mücadeleyi, ilmik ilmik örülme anlamında zahmetli çabaları ifade etmektedir. Çünkü Türk milliyetçileri, önlerine çıkartılan birçok engeli aşmak, yoğun karalama kampanyalarını göğüslemek için olağanüstü çabalar sarf etmek zorunda kalmışlardır. Türk milliyetçiliği davasının doğrudan siyasî alana taşındığı, yani rahmetli Başbuğumuzun Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin genel başkanı seçildiği günden itibaren başta faşizm olmak üzere sürekli eleştiriler yöneltilmesi, Türk gençliğinin çeşitli oyunların içine çekilmeye çalışılması Milliyetçi Hareket'in gelişimini etkilemiştir.İşte milliyetçi-ülkücü hareket, bir taraftan bu tür karalama kampanyalarıyla ve terör belâsıyla uğraşmak, bir tarafta da dünya ve ülke sorunlarıyla ilgilenmek, çözümler üretmek durumunda kalmış, siyasî hayatın gereklerini yerine getirmeye çalışmıştır. Bu mücadelenin bir de imkânsızlıklar içinde yürütüldüğü düşünüldüğünde, anlamı, önemi ve büyüklüğü daha iyi anlaşılmaktadır.Milliyetçi Hareket Partisi, böyle bir zorlu mücadele geleneğine ve olumsuzluklara rağmen , iktidar ortağı olduğu zamanlarda ülkeye hizmet etmenin en iyi örneklerini sergilemekten de geri kalmamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisindeki MHP, ciddiyet, çalışkanlık ve ülke çıkarıyla özdeşleştirilir olmuştur. Bu dönemde, yine, gençliğin yıkıcı ve bölücü fikirlere kapılmamasında, kültürel yabancılaşma hastalığına yakalanmamalarında kalkan işlevi görmüştür. Alparslan Türkeş Beyin önderliğindeki Milliyetçi Hareket, bu tarihî görevini, genç nüfusun millî ve manevî değerlerle donanmış idealist bir gençlik olarak yetişmesini sağlayarak yerine getirmiştir.Türk milliyetçileri, 12 Eylül 1980 sonrasındaki üç yılı kapsayan askerî yönetim döneminde de her türlü baskıyla karşı karşıya kalmış ve MHP kapatılmıştır. Aynı şekilde 1983 sonrasındaki parçalama teşebbüslerine göğüs germe zorunda kalınmıştır. Ancak, Milliyetçi Hareket kısa süre içinde Türkiye'nin ve Türk dünyasının tekrar parlayan yıldızı olmayı başarmıştır.Haksız eleştirilere karşı koyarak her sınavdan yüz akıyla çıkmak, kısacası zorlu ama onurlu bir mücadele destanı yazmak, ancak haklı ve güçlü davalara sahip siyasî hareketlere nasip olur. Yine hiçbir siyasî hareketin, bilge bir şahsiyete, karizmatik bir lidere sahip olmadan bu kadar zorlu ve uzun bir mücadeleyi sürdürebilmesi mümkün değildir.Bugün Milliyetçi Hareket Partisi, dimdik ve güçlü şekilde ayakta durmakta, Türk milletinin yegâne ümidi hâline gelmiş bulunmaktadır. Bunun sebepleri arasında, Alparslan Türkeş gibi karizmatik ve bilge bir lidere ve onun yetiştirdiği kadrolara sahip olması çok önemli bir yere sahiptir. Türk milliyetçileri, bu gerçeği hiçbir zaman unutmadan Başbuğlarının gösterdiği büyük hedeflere doğru akıp giden kutsal yolculuklarına yılmadan ve yorulmadan devam edeceklerdir.Türk milliyetçilerinin, 21. yüzyılın ilk yarısındaki ana hedefleri olan Lider Türkiye ülküsünü realize etmek ve Türk dünyasının birlikteliğini sağlamak için ellerinden gelen bütün gayreti gösterip başarıya ulaşacaklarından hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.
TÜRKEŞ'İN ARDINDANSAMİ KOHENDün görkemli bir cenaze töreni ile toprağa verilen MHP lideri Alparslan Türkeş, Türk siyasî tarihine farklı dönemlerde değişik düşünce ve tutumları ile damgasını vuran, karizmatik ve etkin bir politikacı olarak geçecektir. 1940'ların ve 1950'lerin Turancısı ve radikali, 1960'ların darbecisi ve devrimcisi Başbuğ, 1970'lerden sonra ve özellikle son yıllarda Türk siyasal yaşamında, "akil adam" (wise man) mertebesine ulaştı. Kavgaların ve kargaşanın hâkim olduğu bir ortamda Türkeş sağduyunun, hoşgörünün, uzlaşmanın güçlü bir sesi oldu. Her türlü aşırılığa ve özellikle şiddete karşı çıktı. Siyaset yelpazesinde partisini merkez sağ çizgiye oturttu. Bu arada Atatürkçülüğü ve özellikle lâikliği büyük bir inançla savunmaya devam etti.
Alparslan Türkeş'in vefatı, kuşkusuz partisi için olduğu kadar Türkiye için de büyük bir kayıptır. Bu kritik dönemde onun temsil ettiği uzlaşma ve sağduyuyu ve aynı zamanda modern Cumhuriyet'in temel ilkelerini savunan bu çaptaki bir siyaset adamının yok olması, gerçekten önemli bir boşluk yaratıyor. Dileğimiz bu boşluğun da çeşitli eğilimli politikacılar arasında yeni tartışma ve sürtüşme kaynağı olmaması, aksine onun son zamanlarda ısrarla savunduğu görüşlerin ve politikaların bir miras sayılması ve de özellikle yandaşlarının onun izinde yürümeye devam etmesidir... Türkeş son yıllarda değişen dünya koşullarına paralel, çağdaş yeni stratejiler oluşturmuştu. Her türlü bağnazlığa ve ırkçılığa karşı çıkıyordu. Uluslar arası plâtformda eski düşmanlıkların, kin ve nefretin terk edilerek yeni dostluk sayfalarının açılmasını öneriyordu. Ekonomide özelleştirmeyi ve serbest piyasa kurallarını savunuyordu... Batıda bazıları, Başbuğ'u hâlâ bir "Führer" olarak anımsıyor. ("Le Monde"un önceki günkü yazısı buna örnektir) Yukarıda belirttiğimiz gibi, Türkeş'in görüşlerinde ve davranışlarında büyük bir evrim gerçekleşmiştir. Fransa'da Le Pen -ve diğer Avrupa ülkelerinde benzerleri - ırkçı düşünceleri dile getirirken, Türkeş'in tam aksine çeşitli ırk, din ve kültürlere sahip insanların aynı ulusal ülküler etrafında birleşmesinin mümkün olduğunu söylüyor, ayırımcılığa karşı entegrasyonu savunuyordu.Başbuğ'un sadece ırk veya din farkı nedeni ile değil, ideolojik farklılıklar yüzünden de karşılıklı vuruşmalara karşı çıktığı unutulmamalıdır. Türk solunun önde gelenlerinin -ve hatta bizzat merkez çizgiye gelen eski Marksist devrimcilerin -dahi, bugün Alparslan Türkeş'in ölümünün ardından, övücü beyanlarda bulunmaları veya onun bu niteliğini vurgulayan makaleler yazmaları, çok anlamlıdır... Dış dünya da bu örneği gözden kaçırmamalıdır. Türkeş ile Aralık 1995'te, seçim kampanyası sırasında hazırladığım "Partiler dış politikaya nasıl bakıyorlar" başlıklı yazı dizisi için bir söyleşi yapmıştım. Görüştüğümüz konuların çoğu bugün de aynı tazeliği koruduğu için, o zaman MHP liderinin söylediklerini burada anımsatmakta yarar vardır.Türkeş, 21'inci yüzyılın bir "Türk asrı" olması için çalışmak gerektiğini, bunun da akılcı politikalar izlemekle mümkün olduğunu söylüyordu. "Bu amaçla Türkiye'nin ABD, AB ve Rusya ile dengeli ilişkiler kurması gerekir" diyen Türkeş, şu görüşleri ortaya koyuyordu:"ABD ile ilişkiler, dış politikamızın hedefi olmalıdır. ABD'nin dostluğu ve desteği, büyük önem taşıyor. Gümrük Birliği'nin gerçekleşmesi zorunludur. Bu süreç içinde bazı pürüzler çıkabilir. Ama bunlar bu süreç içinde halledilebilir. Türkiye'nin İsrail ile ilişkide bulunması, çıkarları gereğidir. İsrail Orta Doğu'da, Türkiye'nin doğal müttefiki konumundadır. Türkiye Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirmelidir. Bu Kafkasya'nın istikrarı ve Azerbaycan'ın Ermeni işgalinden kurtulması açısından önemlidir. Rusya ile gerçekçi bir politika izlemeli. Orta Asya'da ve Kafkasya'da Ruslarla birlikte çalışmak mümkün..." Türkeş'e bu görüşlerle, parti tabanını oluşturanların ve yandaşlarının bir kısmının tavrı arasında farklılık -veya çelişki- olup olmadığını sorduğumda şu yanıtı vermişti : "Bu çelişki, bazı kışkırtmaların sonucu olabilir... Ama biz onları hep uyarıyoruz, onlara esas tutumumuzu anlatmaya çalışıyoruz"... Ne yazık ki bunları anlatacak bir Alparslan Türkeş yok artık. Şimdi kendi yandaşları gibi, tüm politikacılar, onun anlatmaya çalıştıklarının ışığında, yollarını belirlemek zorundadır.
ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN LİDERLİK SIRLARI
DR.ARSLAN TEKİNTarihte iz bırakan kaç lider vardır? Türkeş, çok partili hayatımızda, başta Türk dünyası olmak üzere dünyaca tanınan ve yakından takip edilen liderlerin en başında geliyordu. 80 yıllık ömür, turan bayrağını yükseltme, Türk adını dağa, taşa, Ay'a, Marsa'a yazdırma kavgasıyla geçmiştir. Dağınıt milliyetçiler onun etrafında toplanmış Türk Siyaset hayatının belirleyicisi olmuştur.İhtilal yapmış ve ihtilaller yaşamış bir lider olarak en kötü demokrasiyi en iyi ihtilale tercih eden Alparslan Türkeş'in liderliğinin bilinmeyen pek çok noktası ilk defa bu kitapta Dr. Arslan Tekin'in kaleminden aydınlığa çıkıyor.Okumuş Adam Yayıncılık ve Eğitim Hizmetleri İstanbul 2000
ALPARSLAN TÜRKEŞ, MHP VE BOZKURTLAR